Çaykara'lı Hasan Rami Yavuz Hoca Kimdir
Oğlu Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz'un kaleminden Hasan Rami Yavuz'un Hayatı...
Cumhuriyet devri İslâm alimlerinden merhum Hacı Hasan Efendi hem pederim hem de hocam ve velinetim olması dolayısıyla burada ondan zaman zaman babam olarak da söz edeceğim. Resmi kayıtlardan, çocukluk ile yakın akrabasından ve hayatta iken kendisinden elde etmiş olduğumuz bilgilere göre onun doğumu, çocukluk hayatı ve yetişmesi şöyledir: A. Doğumu Hasan Rami Efendi, 17 Ksım 1909/17 Teşrin-i Sani 1325 yılında Çaykara’nın Akdoğan köyü Kovacık mahallesinde 29 numaralı evde doğdu.
Babası merhum Mehmed Zeki Efendi, oğlunun dünyaya geldiği tarihi “Damad” isimli fıkıh kitabının birinci cildinin kapağı üzerinde şu ibare ile kaydetmiş: “Bin üç yüz yirmi beş senesi mah-i teşrin-i sani on yedinci günü yevm-i cumartesi saat dört raddelerinde mahdumumuz Hasan dünyaya gelmiştir. Talellahu umrehu fiddünya meal-hüsni ven-necati. 17/Teşrin-i Sâni, 1325. El-Malum Hacı Mustafa Oğlu Mehmed b. Hasan Efendi.” Hasan Rami Yavuz’un babası Hacı Mustafa Oğullarından Sarıkamış Cephesi şehitlerinden merhum Mehmet Zeki Efendi’dir. Annesi aynı mahalle sakinelerinden Küçükömeroğullarından Ali kızı ve Hacı Süleyman Erol’un kızkardeşi İlve (Âkıle) Hanımdır. İlve hanım halk arasında Âkıle adıyla tanınmıştır. Kendisi hayatta iken annesinden Âkıle adıyla bahsederdi. 1886 yılında aynı mahallede doğan Âkıle hanımla aynı mahalle sakinlerinden Mehmet Zeki Efendi, nüfus kayıtlarına göre, 21.07.1328 (1907) tarihinde evlenerek dünya evine girmişler ve bu evlilikten 01.09.1909 tarihinde bir erkek çocukları doğmuş ve ona Hasan Rami adını vermişlerdir.
Hasan Rami Efendi l9l4 yılında henüz dört yaşında iken babasından ayrı düşmek zorunda kaldı ve bir müddet sonra onu savaşta kayb etti. 1916 yılında annesi Âkile Hanımı bir veba salgınında kaybederek anadan da öksüz kaldı. Bundan sonra onun bakımını anneannesi merhume Vesile Hanım üstlenmişti. Onun da bir müddet sonra vefatı üzerine tamamen öksüz kalarak bakım ve gözetimini kendisinden 3 yaş küçük olan kız kardeşi Ulviye ile birlikte amcası merhum Hafız İsmail Efendi üstlendi. Daha sonra onun iki oğlu da bu kendi yetiştirdiği yeğenin ilminden nasiplerini almışlar, böylece hem kendisi için hem de toplum için hayırlı ve kalıcı bir hizmet yapmış olduğunu görme mutluluğuna ermişti. Babası Mehmet Zeki Efendi Akdoğanköyü Medresesinde Tayyib Zühdü Efendi’nin öğrencisi bulunduğu sırada 1914 yılında çıkan Birici Cihan Savaşına gönüllü olarak katılmış, bu vesile ile Şark Cephesine sevkedilmiş ve savaş tarihine “Sarıkamış Facıası” olarak geçen bu Osmanlı-Rus Savaşında şehit olmuştur.
Hasan Rami böylece babadan öksüz kalmış, dolayısıyla bir şehit çocuğu olma sıfatını da kazanmıştı. Dayısı Hacı Süleyman Erol Efendi de 1914 yılında, anneannesi ise 1917 yılında vefat ederek ana tarafından da himayecilerini kaybeden Hasan Rami, kız kardeşi Ulviye ile birlikte, bundan sonra tam anlamı ile öksüz kalmıştı. İşte bu şekilde hem ana-baba, hem de ana tarafından en yakınlarını kaybeden Hasan Rami, yokluklar ve savaşın zor şartları altında çetin bir hayat mücadelesine başlamış, daha sonra gerçekleştireceği büyük ilim ve irşat hizmetine doğru adım adım ilerleyerek kendisini yetiştirmişti. B. Nesebi (Soyu) Merhum’un “Şerhu Ebyati’t-Telhis” adlı kitabının kapağında kendi el yazısı ile yazdığı ifadelerden anlaşıldığına göre, nesebi şöyledir: “Hasan Rami b. Mehmed Zeki b. Hasan b. İsmail b. Ahmed Efendi.” Soyadı Yavuz olup Cumhuriyetten önceki aile lakabı Yarım ağaoğlu, asıl lakabı ise Hacı Mustafa oğludur. Nesebi hocası merhum Tayyib Zühdü Efendi’nin bağlı bulunduğu Velizadelerle ve Hatipzadelerle de birleşir. Her iki aile daha yukarıda Hacı Mustafa Efendi ile birleşirler. Akrabası ve öğrencisi olan emekli öğretmen M. Cevdet Yavuz’un, yaşlılardan duyduklarına dayanarak anlattığına göre, Hacı Mustafa Efendi ticaretle iştigal eden çok zengin bir zat imiş.
Trabzon’dan Malatya’ya at kervanları ile ticaret yapmak üzere gidip gelir imiş. Aynı zamanda hayırsever kimselerden olduğu için kendi mahallesi olan Haranikas/Kovacık Camii önünde taştan kemerli görkemli bir çeşme yaptırarak buraya uzaktan su akıtmış, bir yıl öncesine kadar varlığını aynen korumuştu. Ne yazık ki mahalle sakinlerinden bazıları tarafından bu taş kemerli çeşme yıktırılarak yerine beton bir çeşme inşa edilmiştir. Bir de aynı mahallede merhum Salih Yıldız’ın evine yakın bir çeşme daha yaptırmıştır ki, bu çeşme eski halini korumaktadır. Bunlara ilave olarak Of/İşkenaz altında bir, Arsin’de de yol üzerinde bir çeşme daha yaptırmıştır. Hacı Mustafa Efendi’nin Akdoğan Köyünde Kucungadaki Hacı Ömer mahallesinin arazisi bütünü ile onundu. Hacı Mustafa Efendi, o dönemin amansız veba hastalığına yakalanarak vefat edince ticari işleri dağılarak bu araziler de zamanla ailesinin elinden çıkmıştı. Hatta Ali Fikri Yavuz’un babası merhum Hacı Selim Efendi’nin elinde Hacı Mustafa Oğullarının iflas çizelgesini gösteren bir belge de bulunmaktaydı, ancak kaybolduğu için bu belgeye ulaşamadık. Hacı Hasan Efendi’nin büyük öğrencilerinden merhum Ali Fikri Yavuz da aynı aileye mensup olup büyük dede Ahmed Efendi’nin iki oğlundan biri olan Abdullah’tan gelmiştir. Abdullah’ın oğlu Ahmed, Ahmed’in iki oğlundan biri Selim, diğeri Mustafa, Selim’in oğlu Ali Fikri Yavuz’dur. Hacı Hasan Efendi’nin ailesi yörede eskiden Hacı Mustafaoğulları olarak bilinmekteydi. Fakat, halk arasında yaygın olan aile lakabı Yarımağaoğullarıdır. Cumhuriyet döneminden sonra soyadı kanunu çıkınca aile Yavuz soyadını almayı tercih etmiştir. C. Yetişmesi Çocukluk yıllarını yoksulluk içinde geçiren merhum Hasan Rami Efendi, delikanlılık çağına gelinceye kadar bir yandan ev ve ziraat işleri ile meşgul olmuş, bir yandan da mahalle mektebinde ilk dinî bilgilerini almaya başlamıştı. Yakın komşumuz ve emekli imamlardan rahmetli Muhammed İlhan’ın anlattığına göre, Tayyib Zühdü Efendi’nin talebelerinden biri olan babası Hamdi Efendi, Kovacık Mahallesi imamlığını yapmaktaydı. Sekiz yıl süre ile bu mahalle camiinde imamlık yapmıştı. Hasan Rami ilk dinî bilgilerini bu mahalle mektebine giderek Hamdi Efendi’den aldı.
Daha sonra Hamdi Efendi’nin imamlıktan ayrılması üzerine, onun yerine imam olan 75 yaşındaki Hanecizade Hacı İbrahim Efendi’den ilmihal bilgileri ile tecvid okudu. Hamdi Efendi ve Mehmed Zeki Efendi seferberlik dolayısıyla hocaları Tayyib Zühdü Efendi ile birlikte gönullü olarak asker ocağına katılmak üzere müracaat ettiler. Fakat Tayyib Zühdü Efendi müderris, Hamdi Efendi imam oldukları için geri çevrildiler. Aynı mahalleden merhum Hasan Erol’un anlattığına göre, Mehmed Zeki Efendi ise savaşa katılmak üzere askere alınmıştı. Yine merhum Muhammed İlhan’ın anlattığına göre, Hacı Hasan Efendi’nin babası Mehmed Zeki Efendi çok zeki ve aynı zamanda karekter itibarıyla serbest bir kişiliğe sahipti. Akrabaları ile çok yakın ve sıcak ilişkiler içinde bulunurdu. Hatta nazı geçtiği yakın akraba ve komşularını ziyarete gidince yemeğe rastlasa, teklifsiz oturur, latife yapar; çekilin ben geliyorum dercesine sofraya otururdu. Bir defa diyor, bize gelmişti. Hasan Rami cüssesiz küçük bir çocuk olup kolları arasında bulunuyordu. Biz ise yemek yiyorduk. Hemen oturmak üzere, yer açın, diyerek gelmiş ve sofraya oturmuştu.
TAHSİL HAYATI A.
Okumaya Başlaması Çocukluk arkadaşı ve dayısının oğlu merhum Hasan Erol’un bana yazdığı bir mektupta anlattığına göre 1921 yılında açılan medreselerin savaş sonunda getirdiği okuma nizamından yararlanmak ve öğrenimlerini tamamlamak üzere, Hacı Salih Efendi bu üç arkadaşı 1922 yılında hocası Tayyib Zühdü Efendi’ye götürüp teslim etti. O zaman Hasan Erol 13, Hasan Rami 12, Kemal Parlak da 11 yaşında idi. Bu üç öğrenci Tayyib Zühdü Efendi’nin büyük öğrencileri arasında müstesna bir yere sahip idiler. Çünkü bu öğrenciler hocalarının takrir ettiği dersi teyp gibi hafızalarına kaydediyor ve sonradan büyük öğrencilere anlatıyorlardı. Bir yandan Tayyib Zühdü Efendi’den ders okuyan bu üç öğrenci, öte yandan geceleri mahalledeki komşuları ve sarf nahiv okudukları merhum Hacı Salih Efendi’den Kaside-i Bürde okuyorlardı. Bundan sonraki öğrenimlerini bu fazıl ve muhterem alim Tayyib Efendi’nin yanında tamamlamışlardı. 1923 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanununun çıkması ile medreseler kapandı. Bunun üzerine Hasan Rami Arapça tahsiline ara vermek zorunda kalmıştı. Bundan sonra o zaman Kadahor adlı bir nahiye olan Çaykara ilkokuluna kaydoldu. Fakat ailevi sıkıntılar nedeniyle ilkokulu tamamlayamayıp ayrıldı. Bu esnada Çaykara merkezinde terzi çıraklığına da başladı. Çok zeki olan Hasan Erol, çeşitli nedenlerle Arapça tahsilini yarıda bırakıp çalışmaya başladı. Hasan Rami ise arkadaşı ve daha sonra kayınbiraderi olan Kemal Poyraz (Parlak) ile birlikte öğrenimlerini Tayyib Zühdü Efendi’den tamamlayarak icazet aldılar. Merhum Hacı Hasan Rami Efendi’nin ifadesine göre, Kemal Poyraz’ın zekası kendisine göre daha parlak olmasına karşılık, onun sebatı ve ilme karşı hevesi bir başka idi. Yetim olması dolayısıyla hocasının kendisine karşı ayrı bir şefkati ve ayrı bir himmeti vardı; kendisini çok seviyordu. Ancak şunu da ifade etmeliyiz ki, Hacı Hasan Efendi’nin bize anlattığına göre göre, o dönemlerde medreseler kapatılıp yerine mektepler açıldığı için, Arapça tedrisatı şiddetle yasaklanmıştı. Bu sebeple hocaların gündüz gözü ile köy merkezinde dershanede öğrenci okutması mümkün değildi. Bundan ötürü merhum Tayyib Zühdü Efendi bu iki öğrenciye gece ders okutmayı taahhüt etmiş ve kendilerine dersi evinde vermeye başlayarak büyük bir fedakarlık örneği göstermişti. Jandarma görür, yahut devlet yetkilileri muttali olursa, imam olduklarını ve fıkhi mesele sormak için ara sıra gelip bilgi aldıklarını söylemelerini bu öğrencilerine tembih etmeyi de ihmal etmemişti. Halk açısından ise herhangi bir tehlike yoktu. Çünkü halk, devletin resmi bir vukufu olmadığı takdirde dinî hayatı en zayıf olanlar bile, kesinlikle bir şikâyette bulunmaz, bu gibi faaliyetleri gizler, devlet yetkililerine haber vermezlerdi. Görüldüğü gibi: Merhum H. Hasan Efendi normal şartlarda yetişmiş bir alim olamayıp zor şartlarda hem fakirlik hem yetimlik hem de o günkü devletin din öğretimine karşı uyguladığı baskı ile karşı karşıya kalmıştı. Fakat İslâmî ilimlere ve hizmetlere karşı içinde alevlenen büyük ilim aşkı onun engin hevesini daima körüklemiş, hiçbir şey onun okumasına engel olamamıştı. Merhum Hacı Hasan Efendi İslâm’a, İslâmî ilimlere, okumaya ve okutmaya aşıktı; öğrencilerini çok sever, onlara hayırla dua ederdi. Öğrencilerinin bir nimet olduğunun da idraki içinde idi, bunu aile içinde sık sık dile getirirdi. Tahsiline devam ederken, askerlik dönemi gelip çatmıştı. Bu sefer de askerlik görevi dolayısıyla tahsiline ara vermek durumunda kalmıştı. 8.5.1932 tarihinde askere sevk edilmişti. Askerliğini Trabzon’da bulunan sekizinci alayda sıhhiye onbaşısı olarak tamamladı. Alayın sıhhiye doktoru Sürmeneli Kasım Tâki Bey, Hasan Rami’yi, okuma-yazma bilmesi, güzel ahlakı ve dürüstlüğü, üstün şahsiyete sahip olması sebebiyle yanına almıştı. Bir yıl altı ay üç gün süren askerliğini 1933 yılında yine Trabzon’da tamamlayarak 12.11.1933 tarihinde terhis oldu. Askerliğini tamamladıktan sonra köyüne dönen Hasan Rami, yarım kalan medrese tahsilini yine hocası Tayyib Zühdü Efendi’den tamamlayarak icazet aldı. Askerlik dönüşü bir yandan medreseye devam ederken, bir yandan da hafızlık yapmaya başladı. Hafızlığını Yukarı Hopreşanın/Koçiyos (Demirciler) mahallesinden Hafız Edhem AKÇELİK Efendi’nin yanında tamamladı. Hafızlığa başlaması eski medrese arkadaşı ve dayısının oğlu Hasan Erol ile giriştiği bir bahisleşme sonucu gerçekleşmişti. Altı ay zarfında hafızlığını ikmal ettiği takdirde Hasan Erol kendisine bir çift iskarpin (ayakkabı) ile bir takım elbise diktirecekti. Allah’ın izni ile Hasan Rami hafızlığını altı ayda tamamlayarak bu hediyeleri almaya hak kazanmıştı. Bu durum meşhur olduğu için daha sonraki yıllarda dillere destan olmuştu. Ben bu olayı kendi ağzından değişik zamanlarda dinlemiştim. Hafızlıktan sonra Çufaruksa Köyünde, merhum Hacı Mehmed Rüşdü Efendi’nin medresesinde altı ay kalarak ve kendisinden kıraat dersleri alarak ıfzını ikmal etti. Yaşı hayli ilerlemiş olmasına rağmen, genç hafızlarla birlikte kıraat tahsili de görmüş ve aşere okumuştur. Buradaki ndan Mehmet Kutluoğlu, Mahmut Sarıca’yı zikredebiliriz. Bu sebeple Mehmet Rüşdü Aşıkkutlu hocaya saygısı çok büyüktü. Onunla dostluk kurduğu andan vefatına kadar samimiyet ve bağlılıkları hiç aksamadan devam etmiştir. Aşıkkutlu Efendi de Hacı Hasan Efendi’yi sever, ona saygı gösterir, ilmi faaliyetlerini gönülden desteklerdi. Aşıkkutu Efendi Hakkın rahmetine kavuşunca onun cenaze namazını kıldırmak da kendisine nasip olmuştu. Hasan Rami Efendi arkadaşı Kemal Poyraz (Parlak) ile birlikte l938 yılında Tayyib Zühdi Efendi’den herhangi bir merasim düzenlenmeksizin icazet alarak medrese tahsilini tamamlamıştı. Bu vesile ile amcası ve hamisi Hafız İsmail YAVUZ ile yengesi Katibe YAVUZ Hanımdan da bir nebze söz etmek istiyoruz. Hafız İsmail Yavuz 1900 yılında Akdoğan Köyü/Kovacık mahallesinde dünyaya gelmiş olup yeğeni Hasan Rami Yavuz’dan 9 yaş büyüktü. İlk dinî bilgilerini mahalle camiinden aldıktan sonra Yukarı Mahalle (Kucunga)’da hafız yetiştiren meşhur Hatibzade Hafız İsmail Okur Efendi’den kayınbiraderi merhum Mustafa Aklan ve İsmail Bayram ile birlikte hafızlık yapmaya başladı ve bunu başararak icazet aldıktan sonra ömrünü Anadolu’nun çeşitli köylerinde imamlık ve hatiplik görevlerinde bulunarak geçirdi. Merhum Hatipzade Hocası son derece disiplinli bir zat idi. Onların çok iyi yetişmesi için elinden geleni esirgememişti. Bu vesile ile Hatipzade İsmail Efendi’den de birkaç kelime ile söz etmek istiyoruz. Hatipzade İsmail Efendi yaşadığı dönemde Çaykara yöresinin en meşhur hafızlık muallimi ve kıraat âlimi konumunda muhterem bir zattı. İlim tahsilini Osmanlılar döneminde İstanbul’da Süleymaniye Medresesinde tamamladı. Daha sonra memleketine dönerek kendi köyünde 40 yıl süre ile hafız yetiştirdi ve kıraat ilmini yaydı. Çufaruksalı Âşıkkutlu Hoca Of yöresi ve Türkiye için ne ifade ediyorsa Hafız İsmail Efendi de kendi yöresi için onu ifade ediyordu.Tedris usulü çok mükemmeldi. Ytiştirdiği öğrenciler sağlam kıraat sahibi ve ehl-i Kur’an oluyordu. Kendisi set yapılı ve son derece disiplinli olmakla meşhurdu. Bu Kur’an hâdimini de bu vesile ile minnet, rahmet ve şukran duyguları ile anıyor, “mekânı cennet olsun” diyoruz. Hafızlığı yanında marangozluk sanatını da öğrendiği için gittiği yerlerde aynı zamanda bu mesleğini de icra ederek yan gelir elde ederdi. Gurbete çıkarken Hacı İsmail Efendi, çantasının alt kısmına marangozluk aletlerini, onun üstüne kalaycılık ve taşçılık aletlerini, en üste kitaplarını yerleştirerek yola çıkan Oflu hoca örneklerinden birini de vermekteydi. Oğlu Hacı Yaşar Yavuz’un anlattığına göre, Hacı İsmail Efendi annesi merhume Katibe Hanım ile tarla belleyip ziraatla uğraşırken, yeğeninin ilim yolundan ayrılmaması ve kendisini daha iyi yetiştirmesi için, onu ziraat işleri ile fazla meşgul etmezdi. Hacı Hasan Efendi’nin yengesi merhume Katibe Hanım 1908 doğumlu olup yeni gelin olduktan sonra aynı evde beraber yaşamışlardı. Kendisi halime, selime ve iyliksever bir insandı. Hacı Hasan Efendi’ye bu arada çok destek vermiş, iyi yetişmesinde moral vermiş ve ilerideki ilmî faaliyetlerine gönülden yardımcı olmuş, sonradan öğrencilerine de gereken ilgi ve desteği göstermişti. Allah her ikisine de rahmet ve mağfireti etsin. Âmin. Yine Yaşar Yavuz’un anlattığına göre, annesi Kâtibe Hanım yaşlılık döneminde bir gece Peygamberimizi rüyasında yeşil sarıklı olarak görmüş, sabahleyin oğluna: “Haydi hazırlan şu altını da bozdur da beraber hacca gidelim.” demişti. Fakat Yaşar Yavuz, durumunun bu yıl müsait olmadığını söylemiş. O gün Almanya’da bulunan ağabeyi Mehmet Celal Efendi kendisine telefon ederek “Annem, ben ve sen hazırlanın hacca gideceğiz, bir imkan doğdu.” dedi. Ben gidemeyeceğimi ifade ettim, fakat annemi o yıl o hacca götürdü ve annemin rüyası gerçek oldu. Allah rahmet eylesin. Âmin. 1922 yılında, bir taraftan Tayyib Zühdü Efendi’den ders okumaya devam eden Hasan Rami ve iki arkadaşı, bir yandan da geceleri aynı hocanın büyük talebelerinden olan Hacı Salih Bilgin’den Kaside-i Bürde’yi okuyarak tamamlamışlar, sonunda masrafı kendisine ait olmak üzere Hacı Salih Efendi’nin düzenlediği icazet duasına Of’un büyük alimlerini davet ederek çok müstesna ve önemli bir toplantı düzenlemişti. Bu alimler arasında Zeno (Akköse) Köyü müderrisi Hacı Numan Efendi, meşhur alim ve sûfî Hacı Ferşad Efendi ve Zisino (Bölümlü) Köyü müderrisi Hacı Tufan Efendi de bulunmaktaydı. Medrese usulü ilim tahsil etmek yasak olduğu için, Hacı Hasan Efendi, daha sonra silsile-i ilmiye’den icazet aldığı zaman merasim düzenlenme imkanı olmamıştı. Dolayısıyla Hacı Hasan Efendi’nin oturduğu tek icazet merasimi Kovacık Mahallesinde icra edilen bu merasimdi. İşte Hacı Hasan Efendi, daha gençliğinin ilk yıllarında, öğrencilik çağında aldığı ilk diploma (icazetname) ile birlikte bu alimlerin katıldığı meclisten de büyük bir feyiz alarak ilerideki tedris ve irşat hayatının manevî temellerini atmıştı. O icazet verdiği öğrencilerine ayni zamanda okuttuğu Kaside-i Bürde’den de icazet vermekteydi. 1923 yılında Tevhid-i tedrisat = Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi kanunu çıarılıp çok sıkı şartlar ortaya çıkınca haliyle medreseler de kapanmıştı. Bunun üzerine, Hasan Rami Efendi tahsilini yerıda bırakmak zorunda kaldı. O zaman Kadahor adıyla Of kazasına bağlı bir nahiye olan şimdiki Çaykara Kazası Merkez İlkokuluna kaydoldu. Fakat mali sebeplerle bu okulu da tamamlayamayıp 4. sınıfından ayrılmak zorunda kaldı.
Tarihçi merhum Prof. Dr. Osman Turan da o zaman aynı okulun bir üst sınıfına devam ediyordu. Hacı Hasan Efendi’nin anlattığına göre, Osman Turan’ın o zamanda bile ilim meraklısı bir öğrenci olduğu halinden belli idi. Teneffüslerde dışarı çıkmaz, devamlı olarak kitapları ve dersleri ile meşgul olurdu. Hacı Hasan Efendi’nin İlkokul hocaları Akdoğan Köyünden Hatipzade Esad Efendi ile Kıroğlu Kasım Efendi idi. İlkokul 4. sınıftan ayrılmak zorunda kalan Hacı Hasan Efendi, zamanın zor geçim şartlarının yükü altından kalkabilmek için, Çaykara’da terziliği ile meşhur olan Holalı Terzi Hüseyin Sevinç ustanın yanında da 8 ay müddetle kalarak terzi çıraklığı yapmış, fakat ilime olan aşkı onu buradan da ayırmıştı. İlkokul diplomasını daha sonra Çaykara’ya nakl ettikten çok sonra ancak 1950’li yıllarda dışarıdan imtihanlara katılarak elde etmişti. Çocukluktan ve medreseden arkadaşı aynı zamanda kayın biraderi olan merhum Hacı Kemal Poyraz Efendi’nin bana anlattığına göre; ilk olarak Arapça okumaya, Kemal Parlak, Hasan Erol, Mahmud Gümüş (Çavuş) ile birlikte mahallemiz (Kovacık Mahallesi) imamı merhum Hacı Salih Efendi’den başlamışlar, ondan Emsile, Bina ve Maksud risalelerini birlikte okumuşlardı. Mahmut Gümüş bir müddet sonra ders okumayı bırakarak ayrılmıştı. Sonra adı geçen hocadan Kaside-i Bürde’yi de Kemal Poyraz ile birlikte okuyarak icazet almışlardı. Daha sonra Tayyib Zühdü Efendi’den Kemal Poyraz ve Hasan Erol ile birlikte yeniden ders okumaya başladılar. Bu arada Hasan Rami Yavuz askerlik çağı geldiği için askere gitti. Vatan görevini Trabzon’da sıhhıye onbaşısı olarak tamamladı. Askerliğini bitirdikten sonra Hopşera ve mücavir köylerin müderrisi merhum Tayyip Zühdü Efendi’den arkadaşı Kemal Poyraz ile birlikte çok muştak olduğu tahsilini tamamlamak üzere yeniden ders okumayı sürdürdüler. Üç veya dört yıl müddetle medrese usulüne göre bütün nüshaları tamamlayarak icazet aldılar. B. İslâmî İlimlere Merakı Çocukluğundan beri okuma ve yazmaya çok meraklı olan Hasan Rami Efendi, zaman zaman kesintiye uğrayan tahsil hayatını, doruk noktasına ulaşan ve vefatına kadar hiç eksilmeyen ilim aşkı sayesinde tamamladıktan sonra 42 yıl süren ders tedris hayatında başarılı olmuştur. Kız kardeşi Ulviye Hanımın anlattığına göre, gençlik döneminde şen-şakrak, çalışkan, şakacı, fıkracı ve çevresinde sevilen bir kişiliğe sahipti. Daha çocuk iken okuma ve yazmaya çok hevesli idi. Şöyle anlatıyor: “Baharda köyden yaylaya çıktığımız zaman postu ocakta yanan ateşin yakınına serer, burada yazmak ve çizmekle meşgul olurdu.” Çünkü o zaman yayla obalarının penceresi yoktu. Ders okuma esnasında öğrenmeye o derece hevesli idi ki, çalışmak üzere köyümüzden iki saat uzak mesafede bulunan mezraa gidip gelirken yol boyunca “İsagoci, Alaka ve Akaid” kitaplarının metinlerini ezbere okuyarak yolda geçen zamanı değerlendirdiğini kendisi bize anlatırdı. Hacı Hasan Efendi’nin ilme merakı onu sürekli kitap mütalaasına sevketmişti. Kendi ifadesine göre, özellikle gençlik dönemlerinde, tedrisatla henuz yoğunlaşan bir meşguliyet içinde değilken, kitap okumakla meşgul olmuş, mütalaa zevkini tatmin etmeye çalışmıştı. Fakat, sonradan çığ gibi büyüyen ders halkaları onu, bütünü ile zamanlarını öğrencilerine ayırarak onlara ders okutmaya sevketmişti. Buna rağmen arada boş vakit buldukça elinden kitap hiç düşmezdi. Bunlar arasında özellikle tasavvufî kitaplar ağırlıktaydı. En çok beğendiği şiirler arasında yer alan Bursalı İsmail Hakkı Efendi’nin “Ferehu’r-rûh” adlı Muhammediye şerhinden seçtiği “Cihan bir dar-i matemdir gelen dünyaya şad olmaz.” Mısraı ile başlayan şiiri öğrencilerinden Hafız Mehmed Şahin (Musannifoğlu) ve Zeleka Köyünden Hafız Necati Efendi’ye sık sık okutur, büyük ilgiyle dinlerdi. Böylece hem kendisi hem de öğrencileri dersin yorgunuluğunu manevi bir zevkle atarlardı. C. Hocalarına ve Alimlere Saygısı Hacı Hasan Efendi, ilme aşıktı. Hocalarına ve fazilet sahibi alimlere karşı son derece saygılı idi. Az da olsa kendilerinden ders okuduğu, ilim ve feyz aldığı zatlara ne derece saygılı dvarandığını bu hocalarından bazılarına yazdığı mektuplardan kolayca anlamak mümkündür. Mektuplarının sonuda isminin baş tarafına eklediği “Türabu akdâmi’l-ulemâ” ifadesi ile şlk hocası Hacı Salih Efendi’ye yazdığı mektupların sonunda “..hürmetle ayaklarınızdan öperim.” İfadesi bu saygının derecesini göstermek için yeterli fikir verdiği kanaatindayiz. Gerek gençlik gerekse yaşlılık döneminde fazilet sahibi olarak tanınan kişileri saygı ile ziyaret eder, onların dua ve himmetini almayı asla ihmal etmezdi. Bu sebeple o Çaykara’da yaşamış ve çağdaşı olan eski alimlerin tümü ile sohbette bulunmuş, onların metotlarından, bilgilerinden, ilmî bereketlerinden, dua ve feyizlerinden yararlanmıştı. O böylece çok kıymetli ve şifalı bal yapmasını bilmişti. Çaykara merkezine bağlı Kadahor Köyünden Gargar Müslim Efendi’nin sohbetlerinden yararlanmak üzere onu sık sık evinde ziyaret ettiğini özel sohbetlerinde kendisi özenle söylerdi. Asıl nüshası Gargar Müslim Efendi’de bulunan Sunullah-i Ğaybî’nin “Divan”ını kendi el yazısı ile istinsah ederek bir defterine yazmıştı. Bu divanı önce bir deftere karalamış, daha sonra da temize çekmişti. Bu sebeple gerek sohbetlerinde, gerek vaazlarında ve gerekse derslerinde Gaybî’den çok söz eder, onun Divan’ından sık sık beyitler okurdu. Hacı Hasan Efendi’nin ilmî ve tasavvufî şahsiyetinin oluşmasında Gaybî’nin büyük bir etkisi vardır. Niyazi-i Mısrî’den de sık sık beyitler okurdu. Her iki Divan’daki şiirlerin çoğunu ezbere bilirdi. Yazdığı bu defterler halen kendisine ait hatıra eşya arasında mahfuz olup bunu da Hacı Hasan Efendi Külliyaı ile birlikte Yayınlamayı uygun bulduk. Böylece öğrencileri, dostları ve sevenlerini anılan divandan yararlanmalarını amaçladık. Gerçekten Gaybî’nin, İsmail Hakkı Bursevî’nin ve Niyazi-i Mısrî Hacı Hasan Efendi’nin tyedris hayatı ve tasavvufî şahsiyetinin oluşması üzerinde büyük bir etki yapmışlardı.Bu sebeple, onun hocaları arasında Sunullah-i Gaybî, İsmail Hakkı Bursevî ve Niyazi-i Mısrî’yi de sayabiliriz. Onun sevdiği ve saydığı alimlerden bir diğeri de Şur’lu (Çaykara’ya bağlı Şahinkaya Köyü) Mahnidazade Müslim Efendi idi. Mimilos Köyünden Serdaroğlu İlyas Efendi de çok sevdikleri arasındaydı. Bu zatları fırsat buldukça ziyaret eder, onların sohbetinden yararlanırdı. Hatta bir sohbetinde İlyas Efendi’den bahs ederken şunları söylemişti: “İlyas Efendi’nin kulaklarında işitme kaybı vardı. Elini kulağının arkasına tutarak konuşurdu. Kendisini son ziyaretimde (Babam Ağustos ayında vefat etti, dedem de bu ayda vefat etmişti. Bizim aile büyüklerimiz hep Ağustos ayında vefat etmişlerdi. Önümüzdeki Ağustos’tan ben de korkuyorum.) Gerçekten de keramet göstermiş ve o yıl Ağustos ayında Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Hacı Hasan Efendi hafızlık hocası olan Ethem Akçelik Efendi’yi de sevgi, saygı ve rahmetle anardı. Onun mezarını ziyaret edip dua etmek için, yukarı mahalleye giderken mutat olmayan Koçiyos mahallesinin yolunu tercih eder, böylece hocasının ve yetimlik döneminde kendisine itina ile hizmet eden merhume yengesinin mezarını da ziyaret edip onlara karşı vefa borcunu öderdi. Hocası Tayyib Zühdü Efendi’ye karşı müstesna bir sevgi ve saygı beslerdi. Onu her zaman “Cennetmekan Tayyib Efendi” “Cennetmekân Efendi” diyerek anardı. Onun adını anınca da kendisine bir çekidüzen verirdi. Gerek namazlardan sonraki dualarında, gerek hatim dualarında, gerekse icazet dualarında özellikle adının anarak ona dua etmeyi ihmal etmezdi. Hacı Hasan Efendi sadece Hocasına değil, hocasının çocuklarına da sevgi ve saygı gösterir, karşılaşınca onlara iltifat ederdi. Hocasının Hanımı merhum Emine Hanımefendi’yi de yeri geldikçe sevgi, saygı ve rahmetle anardı. Ona dua eder, ilim tahsili esnasında kendilerine hizmet ettiğinden, iyi davrandığından, pişirdiği yemeklerden ikramda bulunduğundan bahsederdi. Çok sevip saydığı ve arkadaşlık yaptığı büyük alimlerden biri de aynı zamanda Tayyib Zühdü Efendi’nin öğrencilerinden olan ve aralarında silsile birliği de bulunan Çalek’li merhum Hacı Dursun Güven Efendi idi. Fahri olarak 8 yıl imamlık yaptığı Of’un Hasdikoz Köyünde bulunduğu sırada bu köye yakın olan Çalekli Hacı Dursun Efendi’yi ziyaret eder, onunla samimi sohbetlerde bulunur, kendisinden istifade ederdi. Onun sevip saydığı ve zaman zaman sohbette bulunduğu alimlerden biri de Çaykara/Alisinos Köylü Hacı Dursun Genç Efendi idi. Merhum Dursun Genç Efendi Sürmene’ye bağlı “Holo Mezire” köyünde ki imamlık ve müderrislik görevine gidip gelirken yolu bizim köyden geçtiği için bazen bizim evde misafir kalır, bu sebeple gece geç vakitlere kadar babamla ilmi sohbetlerde bulunurlardı. Kayınbiraderi ve ders arkadaşı merhum Hacı Kemal Poyraz’ın bana anlattığına göre, merhum Hacı Hasan Efendi, Çaykaralı meşhur alim ve tasavvuf önderi Hacı Ferşad Efendi )İbrahim Ulusal) ile hayatta iken görüşmüş ise de sağlığında ondan ders alamamış, kendisine vicahen intisap edememiş, ancak rüyada ondan ders alarak Nakşibendiye tarikatının Halidiye koluna bağlanmış, hayatını bu meşreb üzerinde tüketerek çok feyizli ve bereketli bir hayat yaşamıştı. Hacı Hasan Efendi kayınpederi Hacı Dursun Poyraz Efendi’den de feraiz ilmini okuyarak icazet almıştır. Bu sebeple, kayınpederi olma dışında hocası olma sıfatıyla ona ayrı bir sevgi ve saygı beslerdi. İleride hocaları ve sevip saygı duyduğu alimler başlığı altında bu konulara yeniden dönülecektir.
GÖREV HAYATI A.
Fahri İmamlık Görevleri Hocasından icazet alarak medrese öğrenimini tamamlayan merhum Hacı Hasan Efendi, ilk öğrencilik arkadaşı ve dayısının oğlu merhum Hasan Erol’un bana yazdığı bir mektuptan öğrendiğime göre, genç iken 1938-l940 yılları arasında önce doğum yeri olan Akdoğan Köyü Kovacık Mahallesinde, daha sonra Sultanmurad Eğrisu Yayla caimiinde kısa bir müddet imamlık görevi yaptı. Daha sonra hocasının mahallesi olan Kuçunga Mahallesi Camiinde de fahri olarak imamlık görevi yaptı. Bu görevi yürütürken bir yandan da merhum hocasından ders almaktaydı. Bundan sonra Bayburt’a bağlı Çençül yaylası imamlığında bulunmuştu. Bu kısa devreli imamlık görevlerinden sonra bir yıla yakın bir süre Akçaabat’a bağıl Hurdimera köyünde fahrî imamlık yapmış olup bu esnada adıgeçen köyde Ramazan ayında cemaatın isteği üzerine yeni bitirdiği hafızlığını ve aldığı kıraat bilgisini pekiştirmek üzere hatm ile Teravih namazları kıldırmıştı. Fakat, bu işin öyle göründüğü gibi pek de kolay bir iş olmadığını bizzat hatırlatır, hatta şöyle derdi: “Rahat ve hafif olabilmak için akşamları iftarda yemek yemez, sadece çiğ bir yumurta içer, ancak Teravih nazmından sonra yemek yerdim.” 1940 yılında Of’un Hasdikoz Köylüleri merhum hocası Tayyib Züdü Efendi’den imam talep etmişlerdi, O da öğrencisi Hasan Rami Efendi’yi tavsiye etmiş ve bu tavsiye ile adı geçen köyde tedrisat ve irşat hayatının temelini attığı uzun süreli imamlık görevine burada başlamıştı. Çaykara Merkez vaizliğine atandıktan sonra da köylülerin isteği üzerine ikinci defa hocasının mahallesi olan Kuçunga’da üç yıl süre ile imamlık yapmıştı. Bu görevi vaizliğe ek bir görev olarak ifa etmişti. İlk öğrencilerini de buraya getirerek ve başka öğrencileri de katarak ilk icazet cemiyetini burada gerçekleştirmişti. l942 yılında hocası Tayyib Zühdü Efendi rahmetlik olunca, Tayyib Zühdü Efendi’nin torunu Tayyib Şahin, kayınbiraderi Rıza Parlak ve hocalarından Hacı Salih Efendi’nin oğlu Fakırullah Bilgin ve amcasının oğlu Mehmet Celal Yavuz’u da yanına alarak bu köyde ilk tedris halkasını kurmuştu. Of’un Lakoz Köyünden Hafız Ahmed Aydın da bu öğrencilere katılmıştı. Bu köyden Behram isimli bir hafızlık öğrencisi ile Çaykara’dan getirdiği ve Hurdimera Köyünde hafızlığa başlattığı İsmail Türker adlı komşularımızdan bir öğrencisi daha vardı ki, bu öğrenciler ondan sadece hafızlık yapıyorlardı. İsmail Türker onun bir numaralı öğrencisi idi. Hafızlıktan sonra okumaya ara verediiği için, dinî ilimleri sonra ki dönemlerde hocasından okuyup tamamladı ve icazet aldı. Merhum, Hasdıkoz Köyündeki imamlığını sürdürürken l944 yılında o günkü adıyla Diyanet İşleri Reisliği tarafından açılan resmî vaizlik ve müftülük imtihanına Of Müftülüğünde katılarak bu yetkiyi de elde etmişti. İmtihanı kazanınca ardından hemen Akçaabat merkez vaizliğine atanmıştı. İki aya yakın bir süre Akçaabat merkez vaizliğinde kaldıktan sonra buradan Of merkez vaizliğine atandı. Bir yandan haftada iki gün Of merkez camiinde vaizlik yaparken bir yandan da Hasdikoz köyündeki imamlık ve müderrislik görevini sürdürüyordu. l948 yılında Çaykara ilçe olunca buraya nakl ederek vefatına kadar Çaykara vaizliğini sürdürdü ve tedrisatının en bereketli yıllarını burada geçirdi. Ancak, resmî vaiz olmadan önce devlet hizmetinde görev alma hususunda epeyce tereddüt göstermişti. Çünkü Hacı Hasan Efendi İslâm’a hizmet aşkı ile yanıp tutuşan bir kalbe sahipti. Bunun için zühd hayatını tercih etmişti ve devlet hizmetine girmeyi istemiyordu. Bunun sebebi olarak da devletin gelirlerine haram kazançların karışmış olmasını gösteriyordu. O gerçek zahitlerin yolunu tutmuştu. Ancak, o zamanlar Of’un meşhur müderrislerinden Hacı Dursun Güven Efendi ile yakın ilişki içinde bulunuyordu. Dursun Güven ile aynı zamanda ilmî akrabalığı da vardı. İkisi de Tayyib Zühdü Efendi’den okuyup icazet almışlardı. Aralarında ekol birliği bulunuyordu. Of’un Pazarı olan Perşembe günleri çarşıda buluşuyorlardı. Kendisinin anlattığına göre, hem Hacı Dursun Efendi, hem de çevredeki diğer bazı hoca ona Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde vaiz ve müftü olmak için teşebbüse geçmesini tavsiye ediyorlardı. Fakat onun zühd anlayışı bu tavsiyeleri kabul etmede tereddüt göstermesine neden olmuştu. Uzun bir istişare dönemi geçirdikten sonra ancak karar verme aşamasına gelmişti. Trabzon’da Zeytinlik Müderrisi Hacı Ahmet Efendi ile Trabzonl’lu mürşit Hacı Abdurrahman Efendi de danıştığı kimseler arasındaydı. Hepsi de kendisine vaiz olmayı tavsiye etmişler, bunun hayırlara vesile olacağına işaret etmişlerdi. En son feraiz hocası ve aynı zamanda kayın pederi bulunan merhum Hacı Dursun Poyraz Efendi ile istişare etmiş, devlet gelirlerinin haramla karışık olmasından kaynaklanan tereddüdünü izale tmiş ve : “Sen ilme hizmet ediyorsun, sana bütçenin helal olan kısmından gelir” diyerek resmî göerv alma yolunda karar vermesine vesile olmuştu. Gerçekten de bu tavsiye isabetli olmuştu.
Hacı Hasan Efendi bu olayı anlatırken Hacı Dursun Poyraz Efendi’nin isabet ettiğini ifade eder, ona duada bulunurdu. Sohbetlerinden hatırladığım kadarıyla bu istişare sonucu varılan kararın çok isabetli olduğunu, aldığı resmî devlet görevinin bir çok ilmî hizmetletlere vesile olduğunu ve yüzlerce öğrencinin bu sayede yetiştiğini sık sık Allah’a hamd ve şükürde bulunarak ifade der, böyle bir görev almadğı takdirde bu hizmetleri başarmasının mümükün olmadığını yeri geldikçe dle getirir ve: “Eğer resmî görevli olmasaydım, bu kadar uzun süreli ilim tedrisinde muvaffak olamazdım.” Derdi. Bu sebeple devletin bekasına dua ederdi. Okuttuğu öğrencilerden hak edenlere icazet merasimi düzenler, icazetname yazar ve kalabalık bir topluluk önünde adayların icazetnamelerini okuyup onlara büyük ilim emanetini verirdi. Bu merasimlerin ilki hocasının mahallesi Kucunga’da yapıldı, diğerlerinin büyük çoğunluğu kendi ikamet yeri olan Kovacık mahallesinde, bir kısmı da son zamanlarda Çaykara Merkez Camiinde gerçekleştirildi. İcazet merasimlerinin organizasyonunu ve devletle ilgili siyasi tarafını dayısının oğlu ve eski ders arkadaşı merhum Hasan Erol üstlenmişti. Büyük zahmet ve zorlukları bulunan bu faaliyeti zevkle yapar ve karşılığında herhangi bir talepte bulunmazdı. Allah kendisinden razı olsun ve ona gani gani rahmet eylesin. Âmin. B. Resmi Vaizlik Görevine Başlaması Hasdikoz köyünde 4 yıl fahrî imamlık yaptıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığna bağlı olarak ilk defa Akçaabat merkez vaizliğine atandı. Bu sebeple kısa bir süre bu köyden ayrılıp Akçaabat vaizliği görevine başladı. Çok kısa süren Akçaabatta ki bu görevinden segi ve övgü ile bahsederdi. İlk olarak buraya tayin edilip göreve başldığı günkü bir olayı kendisi şöyle anlatırdı: “Akçaabat’a ilk gittiğm zaman cadde üzerindeki bir binada oturmakta olan bir ailenin muhtereme ve dindar bir hanımefendisi pencereden beni görmüş ve kocasına: (Genç nuranî yüzlü ve siyah uzun sakallı bir hoca geçti bu sokaktan, onu bulup yemeğe davet et.) demiş, o da beni bulup evine davet etmişti”. O zaman Akçaabat küçük bir kasaba idi. Çarşıya gelen yabacı biri hemen fark edilebilirdi. Hacı Hasan Efendi kıyafeti ve nuraniyeti ile dikkat çeken biri olduğu için çabuk fark edilmişti. O her haliyle takva sahbi bir din alimi olduğunu gösteriyordu. Yürüyüşü bile farklı idi. Akçaabat’ta görev alınca Hasdikoz Köyündeki imamlık görevini de haliyle bırakmak zorunda kalmış, dolayısıyla öğrencilerini de evlerine göndermek gerekmişti. Ancak, Akçaabatta çok kısa bir süre görev yapmış, 1.5 ay sonra naklen Of merkez vaizliğine atanmıştı. Of’a atandıktan sonra yeniden Hasdikoz Köyü imamlığına başlamış, sekiz yıl müddetle bu köyde imamlık görevini sürdürmüş, yukarıda isimleri kaydedilen ilk öğrencilerini tekrar buradaki medresesinde toplamıştı. Sekiz yılın sadece dört yılını Of merkezinde vaiz olarak geçirmiştir. Merhum, müderrislik hayatına bu köyde başlamış olduğu için, bu köylülere büyük bir sevgi ve saygı beslerdi. Hasdiköz köyünde imamlık yaparken kendisine arkadaşlık yapan ve ondan hiç ayrılmayan, o zaman kendisinden yaşça hayli büyük olan Köy Camii hatibi Şuayib Efendi’yi burada anmadan geçemiyeceğim. Şuayib Efendi’yi çok sever, o da kendisinden hiç ayrılmaz, köy içinde de olsa her yere beraber giderlerdi. Ondan sitayişle bahs eder, onunla ilgili hatıralarını aile fertlerine ve öğrencilerine yeri geldikçe anlatırdı. Yine merhum Hacı Hasan Efendi, Çaykara Dernekpazarına bağlı Hola Köyünden dervişmeşrepli, derviş kıyafetli, biraz da asabi mizaçlı İbrahim Ethem Efendi isimli bir zattan da söz eder, onun hallerini hikaye ederdi. Bu zat zaman zaman Of-Hasdikoz Köyüne uğrar, burada Hacı Hasan Efendi’nin medresesinde misafir olur, günlerce burada kaldığı da olurdu. Hacı Hasan Efendi dört yıl e Of ilçesinde vaizlik görevi yaptıktan sonra 5.8.1948 tarihinde kendi isteği ile ve 15 TL. aslî maaşla yeni ilçe olan Çaykara Merkez vaizliğine atanmıştır. Çaykara’daki görevine 6.8.1948 günü fiilen başlamış olup bu görevi 28.02.1982 tarihine kadar tam 38 yıl boyunca sürdürmüştür. Toplam 38 yıl müddetle resmî görev ifa eden Hasan Rami Yavuz, emekliye ayrıldıktan sonra ne yazık ki ömrü vefa etmeyerek sadece 28 gün yaşamış olup 30.03.1982 Salı günü geçirdiği bir kalp rahatsızlığı sunucu ömür boyu namazlardan ve vaazlarından sonra yaptığı samimi duaya uygun olarak ani bir şekilde ağrı çekmeden, kimseye muhtaç olmadan, namazları kazaya kalmadan selamet-i iman-i kamil ile Allah’ına kavuşarak ebedi hayata intikal etmiştir. Ulu Allah kendisine gani gani rahmet eylesin, mekanını Firedevs cenneti eylesin. Âmin. Vefatından önce büyük oğlu Yunus Vehbi Yavuz ile bir daha görüşemeyeceğine işaret olmak üzere aşağıdaki beyitler küçük bir kağıt parçası üzerinde yazılı bulundu: Dünyada araman beni Terk-i cihan ettim oğul! Bu cihan Daru’l-Bela’dır, O cihan Darussurur. Bu cihan bi’sel-karardır, O cihan ni’messürur. ”
EMEKLİLİĞİ ve VEFATI
Emekli olduktan sonra Bursa’da ikamete karar veren Hacı Hasan Efendi, emeklilik işlemleri için büyük oğlu Yunus Vehbi Yavuz’un ikametgahını adres olarak göstermişti. Merhum emeklilik muamelelerinin tamamlandığını göremeden ve emekli ikramiyesi ile emekli maaşını alması nasip olmadan Rabbine kavuşmuştu. Burada Çaykara Müftü vekili Ali Karaçay’ın anlattığı bir olayı nakletmek istiyorum. Emekli dilekçesini verdikten sonra kendisini evde ziyaret etmiş, birkaç gün sonra da Çaykara’ya inmiş ve maaşı kesildiği için harçlığının tükenmiş olduğunu, emeklilik maaşının ne zaman bağlanacağını sormuş, ancak henüz emir gelmediği için maaş alamamıştı. Bir gün sonra emir gelmiş, fakat bunu kendisine haber veremeden ertesi gün vefat haberi gelmişti. Emeklilik maaşı almak kendisine nasip olmadan hayata veda etmesi de onun zühd ve takvasının başka bir göstergesidir. Vefatını takiben emeklilik işlemleri Bursa’da gerçekleşmişti. Hacı Hasan Efendi’nin Bursa’ya karşı ayrı bir sevgisi bulunup oğlu Yunus Vehbi Yavuz’a ithafen Bursa ile ilgili bir de şiir yazmıştı. Vefatından beş gün önce geçirdiği, fakat farkına varamadığı enfaktüs rahatsızlığının ardından, Bursa’da görevli olan oğlu Yunus Vehbi’ye 26.3.1982 tarihli (Perşembe) yazdığı son mektubunda da emekliliğinin tahakkuk ettiğini şu cümlelerle ifade etmişti: “28 Şubat’tan itibaren emekliliğimiz tahakkuk etti. Çaykara’dan başka, yani Kalkandere’ye gitmeden ayrılışım da beni ayrıca sevindirmiş oldu. İkametgah olarak Bursa’yı, adres olarak da sizi gösterdim. Buradan lazımgelen evrakları gönderdik. Tam zamanında oldu. Zaten bu ana kadar yerli yerinde, taviz vermeden, kıyafetimizi tebdil etmeden 38 seneyi ikmal etmiş olmam, tahsisli lutf-i ilahisindendir. Hâzâ min fadl-i Rabbi. Evdeki tedrisatım beni meşgul ediyor. Harekat ve sekenatımızı rızasına tevfik eylesin. Âmin..” ŞAHSİYETİ Hacı Hasan Efendi zayıf bünyeli zarif bir insandı, kolay kızar, kızdığı zaman yanakları ateş gibi kızarırdı. Üzücü olaylardan çabuk etkilenir, uzun süre bir olayın etkisinde kalarak onun müzakeresini aile ortamında tekrar ederdi. Gençlik yıllarında sert mizaçlı idi. Yaşlandıkça daha yumuşak bir yapıya sahip oldu. Şakacılık ve fıkracılık yönü eğitim ve öğretim hayatına da yansımış, hatta onun bu alandaki başarısına büyük katkısı da olmuştu. İnsanları sever, özellikle alimleri çok sever ve sayar, öğrencilerini sever ve onlara merhamet gözü ile bakardı. Hakiki dostun çok az sayıda olduğunu, bunun sayısının bir ikiyi geçmeyeceğini söyler; gerçek dostun ancak Allah olduğunu tekrarlardı. Kimseyi incitmemeye çalışır, incinmemenin incitmemekten daha zor olduğunu ifade ederdi. Şöhretten kaçınır, “Şöhret afettir, fakat insanlar onun ardından koşarlar.” diyerek duygularını dile getirirdi. Yaptığı her işi Allah rızası için yapardı. Bunun ispatı ise her vesile ile onun yaptığı güzel işlerden ve elde ettiği başarılardan övünerek değil, belki Allah’ın muvaffak kılması ve lütfu olarak bahsetmesidir. Onun yapığı işlerde ve ifa ettiği kulluk görevlerinde “ben” dediğini hiç hatırlamıyorum. Kendisinden övgü ile bahsedilmesinden kesinlikle rahatsız olurdu. Zarif bir bünyeye sahip olan merhum Hacı Hasan Efendi, boyu-posu-kıyafeti itibarıyla insan güzeli olarak vasıflandırılacak bir yapısı vardı. Sûret ce sîreti ile o Hz. Peygambere benziyordu. Onun çok sevilmesinde ve başarısında nümune-i imtisal olmasının rolü büyüktü. Genç yaşta iken sakal bırakmıştı. Sakalları, bıraktığı günden vefatına kadar uzun, gür ve sünnete tam uygundu. Sakallarını gençlik yıllarında evlenmeden önce bırakmıştı. İlk bıraktığı zamanki uzunluğu ile sonraki arasında bir fark yoktu. Sakal bıraktığı için Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda çevresinden ve siyasi taasuba sahip kimselerden büyük tepkilerle karşılaşmış, hatta küfür ve hakaretlere bile maruz kalmıştı. Bunu gerek kendisi gerekse olaya tanık olanlar bize anlatırdı. Sakalının bakımını çok iyi yapardı. Saçlarını sıfır makina ile traş eder, çoğunlukla traşını büyük oğlu alarak ilk zamanlarda ben yapardım. Sakallarının tıraşını kendisi yapar, onlara biçimini kendisi verirdi. Bazen saçlarını usturaya vurdurduğu da olurdu. Benim ve kardeşlerimin saçlarını da sıfıra vurmayı severdi. Saçtan ve saç bırakmaktan hoşlanmazdı. Bu sebeple öğrencilerinin saç bırakmalarına izin vermez, bunu bir tür heva ve heves olarak, istikametten ayrılma olarak kabul ederdi.
Fes ya da kepin altındaki saçların kısa olduğunu görüp emin olmadıkça öğrencilerine karşı gönlü rahat olmazdı. Bu durum dinin gereği olmayıp belki Türklerin tarihinden gelen ve medreselerde devam eden bir disiplin anlayışının sonucu olsa gerektir. Çünkü Hz. Peygamber (SAV)’in Sünnetinde bunun tam tersi sabittir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (SAV)’in saçları uzun olup sadce Veda Haccında onları traş etmişti. Kanaatimce bu tutumun medreselerdeki mantığı, öğrencilerin temizliğini sağlamak ve sağlıklarını korumaktı. Fakat, sonradan örfün de etkisi ile buna dinî bir veçhe de verilmiş olabilir. Buna şu noktayı da ilave edebiliriz: Bizim ders okuduğumuz dönemlerde saçı taranmış bir öğrencinin meşru olmayan yollara başvuracağından endişe edilirdi. Medrese öğrencisi saçlarının traş edilmiş olmasından anlaşılır, dolayısıyla istenmeyen hareketlere başvurma ihtimali zayıf olurdu. Elli beş yaşına gelinceye kadar, uzun ve siyah olan sakallarına hiç ak düşmemiş olup genç ve dinamik bir görünüme sahipti. Bu bakımdan da Hz. Peygamber’e benziyordu. Çünkü Hz. Peygamber (SAV) altmış yaşlarında iken sakallarına sadece birkaç tane ak düşmüştü. Vefatına kadar geçirdiği bereketli bir ömür boyunca, zinde bir vücuda ve genç bir görünüme sahipti. Bu sebeple insanlar arasında “Karasakallı Hasan Efendi” olarak anılırdı. Çok sevimli bir siması, alımlı bir görünümü vardı. Onu gören gözler mutlaka etkilenir ve kendisini severdi. Başı daima eğik, alçak gönüllü, yumuşak huylu ve hassas bir yapıya sahipti. Çabuk kızmasına karşın kimseye karşı kin tutmaz, herkesi hoş görmeye çalışırdı. Sohbette bulunduğu kimselerle şakalaşır, ara sıra güldürücü fıkralar anlatarak etrafındakileri rahatlatırdı. Şakacı idi. Bu tutumunu derslerinde de devam ettirirdi. Yolda giderken set adımlar atarak hızlı yürür, yürürken parmak uçlarına basar, sanki uçuyor zannedilirdi. Titiz bir karakter yapısına sahip olan Hacı Hasan Efendi, evin her işi ile ilgilenir ve her şeyin yerli yerinde olmasını isterdi. Ziraat işlerini bizzat kendisi idare eder, bazen ziraî çalışmalara iştirak eder ve diğer ev işlerini de kontrol ederdi. Şimdiki evimizi zor şartlarda sıfırdan kendisi yaptırmıştı. Evin ikmalinde annem Ayşe Hanımla birlikte çok zahmet çekmişti. Çalışan ustaların yaptığı her işi bizzat kontrol eder, eksik yapılan bir iş varsa onu söktürüp yeniden yaptırır, bunun için parayı esirgemezdi. Çalıştırdığı ustalara yarı şaka yarı ciddi olarak: “Usta! Bu dünya işidir, o kadar incelemeye değmez. Sağlam olsun, güzel olsun yeter.” derdi. İlk bakışta dünya işlerine önem vermediği intibaını veren bu sözün, sonradan manasını düşününce, usta işinin hayli zor olduğunu anlardı. Çünkü bir işte önemli iki unsur vardır: Biri sağlam olmak, diğeri güzel olmak. Merhum, tez canlı idi. Bir yere yolculuk yapacağı zaman erken hareket eder, otobüsün hareketinden birkaç saat önce araç biniş yerinde bulunup orada beklerdi. “Vasıtayı kaçırma korkusu içinde evde durmaktansa, vasıtanın yakınında beklemeyi tercih ederim”, derdi. İnsanlara karşı çok merhametli idi. Elinden geldiğince ihtiyaç sahiplerine, akraba yoksullarına, özellikle öğrencilerine ikramda bulunmayı çok severdi. Evinden misafir sofrası eksik olmazdı. Annem Eşi Ayşe Hanım onun misafirlerine sürekli olarak hizmet eder, isteklerini gönüllü olarak yerine getirirdi. Hacı Hasan Efendi özellikle, uzaktan gelen öğrencilerine karşı başka bir sevgi besler, itina ve şefkat gösterir, onlara karşı başka bir acıma duygusu içinde olurdu. Onların derslerine özen gösterir, iyi yetişmelerini sağlamaya çalışırdı. Hatta çok hevesli bazı öğrencileri için tatillerde özel ders açar, onları yaz tatilini geçirdiği Sultanmurat Yaylasına götürürdü. Samsunlu Hazma Okur, Muşlu Seyfettin Öztürk bulardandır. Bu öğrencilerine yazın yaylada bile ders okutmuştu. Devlet memuru olduğu için, bütçeden maaş alarak geçimini sağlamaktaydı. Tedris hayatı boyunca kimseden bu hizmeti yürütmek için yardım talep etmemiş, kimse de onun öğrencilerine maddî bir yardımda bulunmamıştı. Onun medresesi prasız bir üniversite idi.O yalnız kendi imkânları ile ilme hizmeti şiar edinmişti; onun tedris hayatında paranın yeri yoktu. Allah’ın kendisine verdiği gücü ve maddî imkânı sonuna kadar kullanmıştı. Yaşadığı dönemde özellikle ilk dönemlerde insanlar arasında memur olan kişilerin sayısı pek azdı. Bu sebeple aldığı maaş köy şartlarında oldukça yeterli ve kıymetli idi. Bu konumu nedeniyle, kendisinden nakit isteyen öğrencilerine, komşu ve dostlarına borç para verir ve bunun için herhangi bir süre tanımaz, kişi ihtiyacını ne zaman giderir de ödeme imkanına sahib olursa aldığı borcu getirip teslim ederdi. Verdiği büyük miktar borç paraların o günki şartlarda üç-dört yıl sonra, hatta daha fazla bir zamanda geri getirildiğinin şahsen şahidi olmuşumdur. Talebeleri ile yaptığımız mulakatlardan öğrendiğimize göre, ihtiyacı olan bazı öğrencilerine istemeden borç vererek ihtiyaçlarını karşılardı. Borçlusunu sıkıştırmaz, ondan herhangi bir talepte bulunmaz, herhangi bir ima ya da hatırlatmada da bulunmazdı. Gençlik yıllarında geçirdiği bir rahatsızlık sebebiyle müzmin bronşite yakalanmış, fakat titiz bir sağlık korumacılığı sayesinde bu hastalıktan kurtulmuştu. Bu sebeple çok soğuk olan suyu içmezdi. Sağlığına çok özen gösterirdi. Altmışlı yıllarına kadar önemli bir rahatsızlığı olmamıştı. Bunun tedris nimeti sayesinde Allah’ın bir lütfü olduğunu tahdis-i nimet olarak söylerdi. O zamanlar köylere araba yolları yapılmamıştı. Kasabaya gidiş gelişlerde yaya yürünürdü. Kendisi fıtratı gereği çok ter dökerdi. Bu sebeple yürürken ve konuşurken özellikle yaz aylarında çok terlerdi. Terleyince de mutlaka atlet değiştirir, vücudunun terini kuruturdu. Bilhassa yazın sıcak aylarında elinde büyükçe bir mendil bulunur, bu mendil ile sürekli terini silerdi. Bir iki günlük rahatsızlık dışında, uzun süre hasta yattığı hiç vaki değildi. Son senelerinde çayır biçerken fıtığı patlamıştı. Basit olmasına rağmen, kendisini ameliyata ikna etmek mümkün olmamıştı. Kuşak sararak idare ediyordu. Çünkü ameliyattan çok korkardı. Kendisi iğne vurmasını bildiği halde, yufka yürekli olduğundan, başkasına iğne yapılırken dahi bakmaya tahammül gösteremez, oradan uzaklaşırdı. Son yıllarında mide ve prostattan rahatsızdı. Fakat, ameliyata hiç yanaşmıyordu. Bitkisel ilaçlarla kendisini tedavi etme yolunu tercih etmişti. Vefatından iki yıl önce bir kalp spazmı geçirmiş, fakat bunu aile çevresine bildirmemişti. Bu olayı ölümünden sonra, daha önce çektirdiği kalp elektrosundan ve annemden öğrendik. Oysa daha önceki yıllarda cemaatına ve dostlarına hasta olunca en yakın doktora gitmenin fıkıh kitaplarında tavsiye edildiğini yeri geldikçe söylerdi. Kimseye karşı kin tutmazdı ve kendisine karşı suç işleyenleri kolay affederdi. Gâyet hassas bir yapıya sahip olduğu için kolay kızardı. Fakat kendine hakim olmasını bilirdi. Ağzından kötü bir sözün çıktığına hiç şahit olmadık. Hadis-i şerifin manasına uygun olarak komşularıyla iyi geçinir, “iyi komşuluk, sadece komşuya iyi davranmak değil, komşudan gelecek eziyetleri sabır ve tahammül ile karşılamakla mümkündür” derdi. Anılan hadisi kendisi için bir hayat ilkesi edinmişti. Yakın çevresindeki hastaları mutlaka sık sık ziyaret eder, yaşlı insanlara saygı gösterir, ilim adamlarını sever-sayar ve onlara ikramda bulunurdu. Özellikle zühd ve takva sahibi alimlerin onun dünyasında ayrı bir yeri vardı. Böyle kimselerle uzun süre sohbet edebilmek için hususi olarak ziyaretlerine giderdi. Kendisi vaaz görevi dışında Çaykara’ya inmez, sadece görev günleri inerdi. Görev günleri cemaatin en kalabalık olduğu Cuma ve Salı günleri idi. Öğrencileri ile erkek evlatları da çoğunlukla kendisi ile beraber Çaykara’ya inerek onun vaazlarını izlerlerdi. Vaazdan önce yahut sonra çarşıda beraber yürüdüğümüz zaman alim, ya da hal ehli bir zatı görünce onun elini öpmemi isterdi. Küçüklüğümden beri bana hep bunu tavsiye eder, bu zatlardan, özellikle alimlerden olmam için bana dua etmelerini ısrarla isterdi. Onlar da “Baban gibi alim olasın.”diye dua ederlerdi, fakat o: “Efendi! Buna doğru dua et, büyük alim olsun.” derdi. Yine: “İlim Allah’ın sıfatıdır. Alimlerin duasının bereketi ile artar, onların mutlaka duasını almak gerekir.” derdi. Yaşadığı çağda onun sevdiği, bazen ziyaret ettiği ya da sohbetlerinde bulunduğu başlıca alimler şunlardı: Of’un Mapsino Köyünden ve Nakşî Meşayihinden Mapsinolu Hacı Ahmed Öztürk Efendi, Çufaruksalı Hacı Mehmed Rüşdü Âşıkkutlu Efendi, Of Müftüsü Hacı Celal Şişman Efendi, Calekli Hacı Dursun Güven Efendi, Alisinozlu Hacı Dursun Genç Efendi, Rize Müftüsü Yusuf Karalı Efendi, Holaysalı Karahasanzade Hacı Mehmet Efendi, Paçanlı Hacı İlyas Eroğlu Efendi, Paçanlı Hacı İdris Çakır Efendi, Harheşli Hacı Ahmed Efendi, Holalı Kabro Hacı Ahmed Efendi, Holalı Kara Hoca, Holalı Lekur Hacı Muhammed Hanefi Kutluoğlu Efendi, Trabzonlu Hacı Abdurrahman Beşikçi Efendi, Gargar Müslim Efendi, Cansız Zade Mustafa Efendi, Poyraz Zade Hacı Dursun Parlak Efendi, Alvarlı Hacı Mehmed Lütfi Efendi, Erzurumlu Hacı Salih Bilgin Efendi, Hackalı Mustafa Turhan Efendi, Trabzon’da Zeytinlik müderrisi Şeyh Hacı Ahmed Efendi. Haçkalı Mustafa Tarhan Hocaya karşı saygısı çok büyük ve hüsn-ü zannı fazla idi. Trabzona her gittiğinde imkan bulursa onunla görüşmeye çalışırdı. Kendisinin anlattığına göre, babam küçük yaşımda iken başımda oluşan yaraları tedavi ettirmek için beni Trabzon’a götürmüş, o zaman küçük yaşta imişim. Doktordaki iş bittikten sonra Çaykara’ya dönme hazırlığında iken “Haçkalı hocayı görüp de öyle gitsek”, diye içinden bir niyet geçirmişti, ki biraz sonra Çömlekçi yokuşundan aşağıya doğru inmeye başlayan Haçkalı Hocayı görünce hem şaşırmış, hem de sevinerek onu karşılayıp elini öpmüş, fakat hoca önce küçük babamın yanında duran beni görür görmez: “E küçük herif, e küçük herif!” diyerek iltifat etmiş ve iki eli ile başımı sıvazlayıp dua etmişti. Hacı Babam bu zatın birçok kerametlere sahip olduğunu söyler, ona son derece saygı gösterirdi. Hacı Hasan Efendi’nin Trabzon’da ziyaret edip sohbetine gittiği zatlardan biri de meşayihten Zeytinlik Müderrisi Hacı Ahmed Efendi idi. Akçaabat ve Of’ta görevli bulunduğu sıralarda onun evine giderek ziyaret ettiğini ve sohbetlerinden yararlandığını zaman zaman bizlere hikaye ederdi. Hatta Zeytinlik müderrisi, Hacı Hasan Efendi ile arkadaşı Trabzon Vaizi dayım Hacı Kemal Poyraz’ı çok sevdiği için, “Trabzona gelişinizde bana uğrayın, zararı yok, ben sizden yararlanayım.” yeter ki sohbette bulunalım lâtifesini yapardı. Hacı Hasan Efendi yaşadığı çağın en meşhurlarından Bediuzzaman Said Nursi ile görüşmemiş olmasına karşın, bir İslâm âlimi olarak onun maneviyat sahibi bir zat olduğuna inanırdı. Kendisi anlatmıştı: Soğanlı Köyünden Konya Emirdağ çevresinde imamlık yapan Çaykara Soğanlı Köylü bir zat vardı. Bu zatın adını şimdi unuttum. O zat sılaya geldiği zaman merhum Hacı Hasan Efendi’yi ziyarete gelirdi. Bu ziyaretler esnasındaki sohbetlerinde Bediuzzaman’dan da söz ederdi. Bir gelişinde babam ona bir rüyasını anlatmıştı. Rüyasında Bediuzzamanla görüşmüş, kendisi uzun boylu ve sakalsız, babama: “Maanî’nin Bedi’ bölümünü öğrencilere okutma.” diyor. Bu rüyayı gördükten sonra öğrencilere Maani kitabının Bedi’ bölümünü okutmamaya başlıyor. İşte böyle bir ziyarette o zata bu rüyayı anlattıktan sonra: “Bediuzzaman’a selam ve hürmetlerimi söyle, ellerinden öpüyorum. Şöyle şöyle bir rüya gördüm ve bu rüyaya dayanarak Bedi’ okutmaktan vaz geçtim”. O da bu görevi yerine getiriyor. Hacı Hasan Efendi’nin önemli özelliklerinden biri de fazilet sahibi her âlimden istifade etmesi, fakat Hz. Peygamber (SAV)’den başka kimseye mutlak anlamda tabi olmaması idi. Benim öğrencilik dönemlerimde nurcu olmak suç kabul ediliyor, Risale-i Nur kitaplarını okuyanlar takip ediliyor, yakalanıp mahkum ediliyorlardı. O zaman Nurcular özellikle başlarına beyaz takke koyarak kendilerini belli ediyorlardı. Biz de gençliğin verdiği heyecanla o günün dinî bir hareketine katılma temayülü içinde idik. Bizi bundan sakındırır, fakat biz işin mana ve önemini kavrayamadığımız için kendisine itirazda bulunurduk. Bir keresinde bana şu tavsiyede bulunmuştu: “Sen Bediuzzaman ol, başkalarının ardından gitme.” İşte bu nasihatte hizipçilik ve gurupçuluğa bakışını da ortaya koymuş oluyordu. Yani benim ve öğrencilerinin şahsiyet sahibi olmalarını, kimliklerini başka kimliklerde kaybetmemelerini istiyordu. Daha sonraki dönemlerde biz gerçekleri anladık ve haklı onun ne kadar haklı olduğunu gördük. Kendisi Bediuzzaman’a büyük bir saygı duymasına rağmen yalnız ona bağlanarak dinî hayat sürdürmeyi özellikle ilim mesleğinde yürüyen bizlere tavsiye etmiyordu. Âlim herkese önderlik yapmalı ve insanlar arasında ayırım yapmamalı idi. Zaman onu haklı çıkardı. Hacı Hasan Efendi dervişleri, hal ehli insanları da sever, onlara değer verir ve bazı davranışlarından anlamlar çıkarırdı. Hola Havaşo Köyünden Miriç Mahmut olarak anılan zat bunlardan biri idi. Bu zat, meczub, kendi halinde bir insandı. Başına sarık saran, cübbeli sakallı narin yapılı biri idi. Onu sever, ona gereken ilgiyi gösterir, ikramda bulunur, zaman zaman evinde misafir ederdi. Mahmut Efendi Hacı Hasan Efendi’nin bütün icazet cemiyetlerinde bulunurdu. Sadece babanın icazet merasimlerine katılmaz, yörede düzenlenen diğer bütün icazet merasimleri ile hayır cemiyetlerine de mutlaka katılırdı. O dinî merasimlerin sanki ayrılmaz bir parçası idi. Salı günleri Çaykara’ya iner, namaz bittikten sonra büyük bir vecd içinde kalkıp bir müddet dinî konularda gelişigüzel bir nutuk çeker, sonra da Kadirî usulünde aşikare olarak hû çekerek zikir yapardı. Merhum Hacı Hasan Efendi, alçak gönüllü, güler yüzlü, sevimli çehreli, yumuşak huylu bir insandı. Haftada iki gün Çaykara Merkezine gidip vaaz görevini ifa eder, zaman zaman misafir hocaları kürsüye çıkarıp hem onların konuşmaları ile halkın bilgilerini çeşitlendirir, hem de bu hocaların gönlünü hoş ederdi. Yani resmen merkez camiinde görevli olmasına rağmen, kürsü istibdadında bulunmazdı. Vaazları nutuk irad eder gibi heyecanlı idi. Kendisi gerek müderris olarak gerekse vaiz olarak Osmanlı âlimlerinin son örneklerinden biri idi. Konuşmalarından herkes istifade ederdi. Konuyu hem ilmî çerçevede ele alır hem de halkın anlayacağı örneklerle süsleyerek pratiğe dökerdi. Vaazlarında tek bir konu üzerinde durmaz, konuyu hem detaylandırır hem de çeşitlendirirdi. Vaazlarını zaman zaman okuduğu tasavvufî ve edebî şiirlerle süsleyerek renklendirirdi. Ezberinde çok sayıda tasavvufî şiir bulunmaktaydı. Vaazlarının başında ve sonunda kıymetli dualar yapardı. O duaya büyük bir önem verirdi; başarılarında dua etmenin ve dua almanın büyük önemine inanırdı. Hastaların şifa, dertlilerin deva bulması, borçluların eda imkanına kavuşması, ölüm döşeğinde bulunanların kâmil iman ile nefes tüketmesi için her vaazının sonunda mutlaka samimi ve ısrarlı bir şekilde dua yapar, bunu hiç ihmal etmezdi. Vaazlarının sonunda mutlaka tekrarladığı dua şu idi:: “Ömrümüz hitam buldukta, kimseye muhtaç kılmadan, namazlarımız kazaya kalmadan, az ağrı, asan ölüm, selamet-ı iman-ı kamil ile huzuruna kavuşmayı (veya göç etmeyi) bizlere ve cümle müminlere nasip eyle.” Bu duayı içten ve çok samimi bir şekilde yapardı. Denilebilir ki, bu dua onun her vaazının ayrılmaz bir parçası ve tamamlayıcı unsuru idi. Merhum, ömrünün sonunda başkalarına muhtaç olmaktan çok korkar, az zamanda kolaylıkla ölen kimselerin haberlerini duydukça adetâ onlara imrenirdi. Nitekim kendisinin Rabbine kavuşması da öyle olmuştu. Sıkıntı çekmeden, kimseye muhtaç olmadan, hayatının bir parçası haline gelmiş bulunan ders okutmaktan hiç ayrılmadan, yarım saatlik kısa bir zaman içinde Allah’ına kavuşmuştu. Bu onun yaptığı duaların makbul, niyetinin samimi olduğunun bir delilidir. Bu duaya samimi bir şekilde “Amin” diyen cemaatinden ve öğrencilerinden bir çoğunun da kolaylıkla Allah’ın huzuruna kavuştukları gözlenmiştir. Eski öğrencilik ve çocukluk arkadaşı merhum Hasan Erol bunlardandı. Hayatta iken babamın cenazesinden sonra taziye amacı ile bizim eve geldiğinde, bana şunları ifade etmişti: “Hacı Hasan Efendi yaptığı samimi duaya uygun olarak ağrı çekmeden kolaylıkla Allah’ına kavuştu. Ben de onun vaazlarını sürekli dinleyenlerden ve yaptığı o duaya samimi olarak “Amin” diyenlerdenim. Ben de aynı şekilde Allah’a kavuşacağıma inanıyorum.” Gerçekten de öyle olmuştu. Bir akşam yukarı mahalledeki nişan merasimine katıldıktan sonra gecenin geç vaktinde evine dönerken Medrese hayatında ders okumaya başladığı Kuçunga Camiinin önünde ani olarak ruhunu Allah’a kolaylıkla teslim etmişti. Onun daimi cemaatinden Çaykaralı esnaf merhum Aziz Çiftçi de kolay bir ölümle Allah’a kavuştu. Merhum öğrencilerinden Mustafa (Abdülhamid) Ayık, Yusuf Bilgin, Ali Fikri Yavuz, Yahya Sula, Muhammet Bayrak, Şaban Alemdâr, Necati Seçilmiş ve diğer öğrencilerinin Allah’a kavuşmaları da aynı şekilde kolay olmuştu. Allah Tealâ bizlere de ayni âkıbeti nasip eylesin. Âmin.