• Reklam

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ

KÖY ENSTİTÜLERİ GERÇEĞİ
Editor: admin
19 Nisan 2020 - 01:08

Öğrencilik hayatım boyunca okul gazetelerinin hazırlanmasında hep görev aldım. Sürgün gittiğim Çanakkale öğretmen Okulu’nda ilk günlerimdi. Öğretmen Okullarının Kuruluş Günü etkinlikleri ve okul gazetesinin hazırlanması için, kısa zamanda yazdığım ve derece alan “Öğretmen Yetiştirme Politikamız ve Köy Enstitüleri” konulu yazım, yarışmada birincilikle ödüllendirilmiş ve başyazı olarak duvar gazetesine asılmıştı.
İşin Esas değerli olan yanı, okulun üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerinin de katıldığı yarışmada ikinci sınıf öğrencisi olarak yarışmayı kazanmış olmam, bir de kültür edebiyat kolunun rehber öğretmeni -Şimdi merhum, Allah rahmet eylesin- ve diğer seçici kurul üyesi öğretmenlerin devrimci, benim ise ülkücü olmamdı tabii.
“Bazı konularda sana katılmadığım halde, itiraf etmeliyim ki elimizdekilerin en iyisi bu,” diyerek beni övdüğünü mü yerdiğini mi anlayamadığım sözleri hala kulaklarımda Edebiyat öğretmenimin.
Çatışmalı yıllarda bile ortak akılda birleşebiliyorduk yani.
Yazının tam metnini hatırlaman mümkün değil ama işlediğim konular hala aklımda.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, öğretmen ihtiyacını karşılayabilmek için askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapanların kısa bir eğitimden sonra “eğitmen” olarak okullara atandığı bir dönemde, “Köy Enstitüleri” gibi bir projeye ihtiyaç vardı. Ve doğru bir uygulamaydı.
Köy Enstitüleri, Cumhuriyet dönemindeki eğitim seferberliği içinde en kıymetli olanıydı. O yıllarda 17 milyon olan Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun 13 milyonu köylerde yaşıyordu ve eğitim seviyesi çok düşüktü. 17 Nisan 1940 tarihli kanun ile resmileşen bu kurumlarda, köy halkının içinden seçilen köy çocuklarının alınıp, köylülerin ihtiyaç duyacağı bilgilerle donatılıp, öğretmen olarak yine aynı köylere gönderilerek halkı bilinçlendirmeleri planlanıyordu.
Burada küçük bir ayrıntıyı belirtmek durumundayım. O dönemde Ziya Gökalp’in Milliyetçi Muhafazakâr Çizgi ’sini sürdüren, alanında iki doktora yapmış, “Kültür Değişmeleri” adlı eseriyle adını bilim çevrelerinde duyurmuş sosyal psikolog, değerli bilim adamı Mümtaz Turhan’ın da görüşleri bu doğrultudadır.
O da memleketin en önemli meselesini “eğitim davası” olarak görmektedir. Türkiye’nin kalkınmasının köylünün eğitimiyle başlatılması kanaatindedir. O da Köylünün tarım ve hayvancılıkla ilgili bilinçlendirilmesi, okuma yazma seferberliğinin başlatılması, Köy Enstitüleri türünde okulların kurulmasından yana fikirler ileri sürmüştür. Hatta bu okullardan mezun olan öğretmenlerin köylere “imam öğretmen” olarak atanmasını bile savunmuştur. Hâlbuki Turhan, Gökalp’in olduğu gibi ciddi bir dini eğitim de almamıştır. Onun rehberi ilimdir. Sosyal psikoloji alanında edindiği tecrübeyle, kültür değişimlerinin bu yolla gerçekleşeceği kanaatindedir. Baskıyla değil.
O günkü şartları, farklı dünya görüşüne mensup olan herkesi aklın yolunda birleştirmişti. Sorun belliydi ve çözüm de herkesin ortak kanaatiydi. Yani uygulama doğruydu. Çünkü halkın yaklaşık %75’i köylerde yaşıyordu.
Köy halkının eğitim alması ve kendi kendine yetebilecek duruma gelmesi demek, bütün ülkenin daha kolay kalkınması demekti. Köy Enstitüsü öğretmenleri de bu amaca hizmet etmeleri ve bu görevi gerçekleştirmeleri için eğitilmişlerdi.
İlkokuldan sonra beş yıllık öğrenim sürelerinin; 15 Eylül-15 Haziran arasını eğitim ve öğretim uygulaması, 15 Haziran-15 Eylül arasını tarım, sağlık, atölye ve inşaat çalışmaları, 15 Ağustos-15 Eylül arasını ise nöbetle izne ayrılarak geçirirlerdi, bu okullarda öğrenim gören öğrenciler.
Yani öğrenim hayatlarının neredeyse tamamı devletin kontrolü altında, yatılı okullarda geçiren bu yoksul çocuklar, devletten aldığını millete ödemek üzere programlanmaktadır.
Köy Enstitülerine gelen öğrenciler, yokluk içinde yaşayan insanlardır. Enstitülere geldikleri ilk zamanlarda kılık kıyafetleri perişan, en temel konularda bile çok sınırlı bir bilgi birikimine sahip durumdadırlar. Görgü kuralları ve temizlik konusunda oldukça eksiktirler. Fakat ifade edilenlere göre, bir o kadar da samimi, utangaç, gururlu ve çalışkandırlar. Onun için kendilerini borçlu hissettikleri devletlerine hizmet etmeyi görev kabul ederler.
Ama bu okullar, değişen sosyal yapı karşısında kendini yenilemedikleri için kalıcı olamazdı. Çünkü okuldaki öğretim programları ve dersler daha çok köylülere yönelik olarak programlanmıştır.
Tarım ders ve çalışmaları, Kültür dersleri ve Teknik dersler adı altında okutulan toplam 5060 ders saatinden Öğretmenlik bilgisi adı altında okutulan ders sayısı toplamı 368 dir. Yani öğretmenlik mesleğiyle ilgili ders sayısı, toplam ders sayısının %7,3 bile değildir.
Aynı dönemde Muallim Mektepleri adıyla faaliyet yürüten okulların, sayıları çok az olmakla birlikte Köy Enstitüleriyle, öğrencileri öğretmenlik mesleğine hazırlamaları bakımından işledikleri dersler karşılaştırıldığında aradaki fark açık bir şekilde görülmektedir.
Eğitim süreleri aynı olmasına rağmen Muallim mekteplerinde Meslek dersleri ve uygulama eğitimleri açık ara öndedir. Bu ders programlarındaki fark bile Köy enstitülerinin mevcut öğretim programları ve çocuk eğitimi alanında işlevini yerine getirmede yetersiz kaldığı kabul edilmelidir.
Yani diyeceğim, bu okulların belli bir ideoloji tarafın göklere çıkarılması da farklı ideoloji mensupları tarafından da yerin dibine batırılması da yanlıştır. Bu okullar bir ihtiyaçtan doğmuş, görevlerini yapmış, kendini yenileyemedikleri için de tarihin sayfalarında yerini almışlardır.
Şimdi yapmamız gereken şudur: Tıpkı o yıllardaki gibi eğitim politikalarımızı aklın ve bilimin ışığında ortak irade ile yeniden belirlemeliyiz. Özellikle de bugünkü öğretmen yetiştirme politikamızı.
Yıllardır yazıyoruz “bir şeyi değiştirin, her şey değişsin,” diye. Siyasi hesaplarımızı bir kenara koyalım. Albert Einstein’ın dediği gibi: “Eğitim gerçeklerin öğretilmesi değildir; düşünmek için aklın eğitilmesidir.” gerçeğiyle yüzleşelim. 
Bilimin ışığı altında çağımızın ihtiyaçlarının gerektirdiği öğretmeni yetiştirmek için öğretmen yetiştirme politikamızı bilimsel temeller üzerine oturtalım.
Şu değişmez gerçeği de artık görelim. Ne yaparsak yapalım, kültür değişmeleri kaçınılmaz. Hele de dünya, çocuklarımızın parmaklarının ucunda olduğu bu asırda…