AŞK DERDİYLE HOŞUM…
Ertuğrul Özgün

Ertuğrul Özgün

MEMLEKET İŞLERİ

AŞK DERDİYLE HOŞUM…

05 Ağustos 2022 - 23:49

Bitti! Yaklaşık on yıldır üzerinde çalıştığım ve yetmiş sekiz kuşağını anlattığım üçlemenin son kitabı olan “EYLÜL BOZGUNU” (Sevdamız Masumdu…) edit (düzenleme) aşamasına geldi. Son bir kere daha gözden geçirmeden, kitabın da zihnimin de demlenmesi için bir süre dinlenmeye çekiliyorum.
Bilmem benden önce söyleyen oldu mu? Birbirinden farklı görüşler ileri sürülse de çoğunluğun kabullendiği gibi ben de, 78 Kuşağını “kayıp kuşak” olarak tanımladım.
Şimdilerde yirmi yıldır iktidarı elinde bulunduranların esamisinin okunmadığı o dönemlerde, sokaklarda, okullarda, fabrikalarda ve bütün Türkiye’nin gündeminde, iki ideolojinin temsilcileri, ülkücüler ve devrimciler vardı.
Kayıp kuşağın “ülkücülerini” yazdım ben bu üçlemede. Ülkücü Sinan’ın bakış açısıyla. Seksen öncesini, seksen sonrasını ve günümüzü…
Bu kuşağın, çocuk denilecek yaşta, sisteme karşı yürüttükleri kavgada gençlik örgütlerine nasıl katıldıklarını, yaşamadıkları çocukluklarını, yaşamayı erteledikleri gençliklerini, çatışmalarını, fikir ayrılıkları yüzünden yüreklerine gömüp, açıklayamadıkları sevdaları yüzünden yaşadıkları kalp acılarını, yaşayamadıkları aşklarını yazdım. Yaşadığım kadar, gördüğüm kadar, hayalini kurgulayabildiğim kadar.
Bu süreç içerisinde çok farklı duygular yaşadım, çok anı biriktirdim. Simdi sizinle beni derinden etkileyen birini paylaşacağım.
Üçlemenin son kitabı üzerinde çalıştığım bir gece, masanın üzerindeki telefonuma gelen mesaj hem ilgimi çekmiş hem de meraklanmama neden olmuştu.
İlk iki kitabimi okumuş olduğunu yazan tanımadığım birine ait bu mesajda aynen şunlar yazıyordu:
“Okuduğum iki itabınızda ‘aşk’ teması da işlediğinizi gördüm. ‘Aşk’ diye bir tema işliyorsanız, bilmeniz gereken çok büyük ve gerçek bir aşk hikâyesi var ve ben size bu aşk hikâyesinden yaşanmış anılar göndermek istiyorum.”
Mesaj ilgimi çekmişti. Ben karşılık olarak ne yazayım diye düşünürken ikinci bir mesaj düştü telefonumun ekranına. “Bu aşk hikâyesinin taraflarından biri benim, diğeri de senin çok yakın bir arkadaşın…”
Yazışma sonunda arkadaşımın adını verdi. Ben de arkadaşıma ulaştım tabi. Biraz hayret, biraz da sitemle konuyu açtım ve sordum: “Benim böyle bir aşktan ve böyle bir kişiden neden haberim olmadı?” Şimdi aldığım cevaba dikkat edin lütfen!
“Ben onun adını, içinde ‘adam’ kelimesi geçen yer isimlerinden, onun adı telaffuz edildiğinde çıkan nefesin, karıştığı havadan bile kıskandım.”
Ardından da 16. yüzyılın büyük şairi Fuzuli’nin şu beytini gönderdi bana:
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib,
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.”
Bugünkü Türkçeyle ifade etmeye kalkarsak: “Ben aşk derdiyle çok mutluyum. Ey Tabip, bana, beni aşk derdinden kurtaracak bir ilaç verirsen, işte o ilaç bana derman değil, beni helak eden bir zehir olur.”
Dilim tutulmuştu adeta. “Bu,” dedim. “Divan şiiri. Gerçek hayatla ilgisi olamaz ki!”
Hafif gülerek karşılık verdi, “İşte onun için anlatmadım, anlatsam da anlayamazdın.”
Alınmıştım. “Ben de aşk bilirim,” “ben de aşk yaşadım,” demek istedim… Sustum…
Sonra o aşkın diğer yarısı, benim için meçhul kişi, yine yazdı. Sanki ağız birliği yapmışlar gibi… Kelimesi kelimesine aynı:
“Siz anlayamazsınız. Çünkü organizma hissetmediğini algılayamaz. Ama size yardımcı olabilmesi amacıyla bir anımızı anlatayım.
Orhan Seyfi Orhon’un “Sarahaten” (tereddüt) adlı şiirinin bestelenmiş şarkısını Zeki Müren’den dinleyin. Şarkıyı dinlerken, bana aşkını ilan etmeyi bu şiirle dile getirmiş ancak şiiri bana verecek cesareti kendinde bulamadığı için masasında gizlemiş birinin duygularını anlamaya çalışın.”
Önce şiiri bulup okudum. Sonra da daha önceleri belki onlarca defa dinlediğim şarkıyı bu sefer bir hikâyeyi gözümde canlandırarak özenle dinledim… Bir aşığın, sevgisini itiraf ederken ne denli naif, ne denli çekinerek, ne denli utanarak anlattığı şiirin sözleriyle, bu iki aşığın hikâyesini bütünleştirince daha bir uyum ve anlam kazandı aşkları zihnimde.
Sonra kendimi yokladım. Bugünlerde sıkça kullanılan “aşkım” hitabını, daha önceleri hiç kullanamamış olmamın nedenini “gerçek aşkın” ağırlığına bağladım.
Bir de birbirlerine “aşkım” diye hitap edenlerin, ya da aşıkmış gibi görünenlerin ilişkileri sırasında birbirlerine sarf ettikleri sözleri ve davranışları düşündüm de sonra, ne kadar uzağında kalındığını fark ettim “gerçek aşkın.”
Daha sonraki yazışmalarda Meçhul kişi bana anılarını gönderdi. Her seferinde Arkadaşıma anlattırdım. Kelimesi kelimesine aynı.
Meçhul kişi benim için hep meçhul kaldı. Son söylediği şuydu: “Biz hep tek yürekte yaşadık ama evlilik kısmet olmadı. Hayatta en büyük arzum ömrümün son yıllarını onunla birlikte tüketmektir.”
Bunu söylemezsem eksik kalır anlattıklarım. Benim, romanlarımda işlediğim “aşk” üzerindeki düşüncelerini belirten meçhul aşık, daha sonraki yazışmalarımızda asla “romantik” biri olmadığımı, hayata bakış açımın “realist” hatta “sürrealist” (gerçeküstü) diye bile tanımlanabileceğini de ilave etti.
 

YORUMLAR