Aslında çocukluğumdan beri yazarım.
Şiir yazmakla başladım.
Güzel resim de yapardım.
Okul gazetelerinde, duvarlardaki panolarda benim resimlerim ve yazılarım hep asılırdı.
Yazılarımla ilgili ilk eleştiriyi, İngilizce dersimize giren İlçe Kaymakamımız yapmıştı.
Gençlik eylemlerinin arttığı 1971 yılında yaptığım bir karikatürün altına, o yıllarda Tercüman gazetesinde yazan Yavuz Donat’tan bir alıntı koymuştum.
“Gençlere dinamik olun diyoruz.
Maşallah onla da oluyor…
Ama dinamik değil dinamit…”
Buradaki “dinamik” kelimesindeki “a” harfinin üzerine şapka koymuşum. Aklımca inceltme işareti diye.
Ders sırasında sınıf gazetesini inceleyen kaymakam bunu fark etiği gibi, koca adam: “Dinamik’i anladık da şu dinaaaamik ne anlayamadık,” diye alaylı bir ifade kullanmıştı. (Bu arada Kaymakam, ben dahil, sınıfımızdaki bütün öğrencilerin idolüydü. Kaymakam Bey’in bu davranışının altında, önceden aramızda yaşanan bir olayın etkisi olduğunu düşündüğümü belirtmeliyim.)
Ortaokulu bitirdiğim O yılın sonunda roman yazmaya karar vermiş, içinde dört yüz yaprak bulunan bir top saman kâğıt almıştım.
Ama bütün çabama rağmen romana başlayacağım ilk cümleyi bir türlü kuramamıştım.
O denemeden sonra yazmaya şiirle, inceleme, araştırma yazılarıyla köşe yazılarıyla devam ettim ama bir daha roman yazmayı denemedim.
Ta ki, “artık yazabilirim,” diyerek, bir dönemi anlatmak istediğim roman çalışmama başlayıncaya kadar.
Çalışmam bitmiş, birkaç yayın evine yayımlanması için göndermiştim. Ciddi olan yayınevleri, bu metni bu haliyle yayımlayamayız derken, parasal düşünenler ücret karşılığı yayımlayabiliriz demişti.
Aralarından biri editörlük hizmeti verdiklerini, roman diye yazmış olduğum metnin editör tarafından romanlaştırılması gerektiğini söyleyince tekliflerini kabul ettim.
Piyasalara göre iyi bir ücret karşılığı anlaştık. Çalışmaya başladık. İşinde çok katı olan editörüm, beni resmen dövdü. Adam dayaktan zevk alır mı diyeceksiniz biliyorum. Ama benimle açık yüreklilikle tartışmasından, kavgaya varan inatlaşmasından bir zaman sonra zevk alır olmuştum. İdeolojik olarak karşı fikirde olması, fikirlerini ifade ederken her hangi bir kaygı taşımaması ve acımasız oluşundan kaynaklanan yaklaşımı, beni önyargılarımdan uzaklaştırmış, sivri yanlarımı törpülemiş, onca emek verdiğim yazılarımın neredeyse yarısını bir çırpıda silip atmış olmasına rağmen, getirdiği mantıklı önerilerle yazdığımın bir roman olmadığı konusunda ikna etmişti.
Kötü ayrıldık. Ben yapması gerektiklerini yapmadığını düşündüğüm, o da kendi gerekçeleriyle çalışmanın bittiğini söylemesi üzerine, başka bir editörle çalışmaya başladım. Çalışma diyorum ya, ama ne çalışma…
Bu sefer yeni editör beni karşısına aldı: “Bak!” dedi. “Bu metin henüz bir roman değil. Gel biz bunu birlikte bir romana dönüştürelim. Ben söyleyeyim sen yap. Neyi neden yaptığımızı konuşalım. Gerekçelerimizi tartışalım. Gördüğüm kadarıyla sen de büyük bir emek vermişsin. Bu emeği heba etmeyelim. Ama senin roman yazma konusunda bazı eksikliklerin var. Önce senin bu eksiklerini tamamlayalım, seni bilgi sahibi yapalım.”
Yazma arzum yeniden depreşti ve hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Öğrenim hayatım dahil bütün hayatımda bu kadar istekli ve bu kadar yoğun çalıştığımı hatırlamıyorum. Aralıksız sekiz saat, on saat, on iki saat çalıştığım günler oldu. Fiziksel olarak canım çıktı ama ruhsal olarak hiç yorulmadım.
Çalıştıkça önceden ne kadar hata yapmış olduğumu, okudukça bu alanda ne kadar bilgisiz olduğumu gördüm. Öğrenme ve başarma isteğim her yeni kazandığım bilgiyle motivasyonumu yükseltti.
Şimdi artık yazmaya çalışıyorum.
Çok bilenler(!)e, “önemli olanın çok bilmek değil, öğrendikçe ne kadar cahil olduğumuzu görmek” olduğunu hatırlatıp, Uğur Mumcu’nun sözü ile yazımızı bağlayalım.
“Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz.”
Not: Köşe yazılarımın üç-dört aydır yayımlanmamasını merak eden okurlarımın anlayışını sığınıyorum…
Aslında çocukluğumdan beri yazarım.
Şiir yazmakla başladım.
Güzel resim de yapardım.
Okul gazetelerinde, duvarlardaki panolarda benim resimlerim ve yazılarım hep asılırdı.
Yazılarımla ilgili ilk eleştiriyi, İngilizce dersimize giren İlçe Kaymakamımız yapmıştı.
Gençlik eylemlerinin arttığı 1971 yılında yaptığım bir karikatürün altına, o yıllarda Tercüman gazetesinde yazan Yavuz Donat’tan bir alıntı koymuştum.
“Gençlere dinamik olun diyoruz.
Maşallah onla da oluyor…
Ama dinamik değil dinamit…”
Buradaki “dinamik” kelimesindeki “a” harfinin üzerine şapka koymuşum. Aklımca inceltme işareti diye.
Ders sırasında sınıf gazetesini inceleyen kaymakam bunu fark etiği gibi, koca adam: “Dinamik’i anladık da şu dinaaaamik ne anlayamadık,” diye alaylı bir ifade kullanmıştı. (Bu arada Kaymakam, ben dahil, sınıfımızdaki bütün öğrencilerin idolüydü. Kaymakam Bey’in bu davranışının altında, önceden aramızda yaşanan bir olayın etkisi olduğunu düşündüğümü belirtmeliyim.)
Ortaokulu bitirdiğim O yılın sonunda roman yazmaya karar vermiş, içinde dört yüz yaprak bulunan bir top saman kâğıt almıştım.
Ama bütün çabama rağmen romana başlayacağım ilk cümleyi bir türlü kuramamıştım.
O denemeden sonra yazmaya şiirle, inceleme, araştırma yazılarıyla köşe yazılarıyla devam ettim ama bir daha roman yazmayı denemedim.
Ta ki, “artık yazabilirim,” diyerek, bir dönemi anlatmak istediğim roman çalışmama başlayıncaya kadar.
Çalışmam bitmiş, birkaç yayın evine yayımlanması için göndermiştim. Ciddi olan yayınevleri, bu metni bu haliyle yayımlayamayız derken, parasal düşünenler ücret karşılığı yayımlayabiliriz demişti.
Aralarından biri editörlük hizmeti verdiklerini, roman diye yazmış olduğum metnin editör tarafından romanlaştırılması gerektiğini söyleyince tekliflerini kabul ettim.
Piyasalara göre iyi bir ücret karşılığı anlaştık. Çalışmaya başladık. İşinde çok katı olan editörüm, beni resmen dövdü. Adam dayaktan zevk alır mı diyeceksiniz biliyorum. Ama benimle açık yüreklilikle tartışmasından, kavgaya varan inatlaşmasından bir zaman sonra zevk alır olmuştum. İdeolojik olarak karşı fikirde olması, fikirlerini ifade ederken her hangi bir kaygı taşımaması ve acımasız oluşundan kaynaklanan yaklaşımı, beni önyargılarımdan uzaklaştırmış, sivri yanlarımı törpülemiş, onca emek verdiğim yazılarımın neredeyse yarısını bir çırpıda silip atmış olmasına rağmen, getirdiği mantıklı önerilerle yazdığımın bir roman olmadığı konusunda ikna etmişti.
Kötü ayrıldık. Ben yapması gerektiklerini yapmadığını düşündüğüm, o da kendi gerekçeleriyle çalışmanın bittiğini söylemesi üzerine, başka bir editörle çalışmaya başladım. Çalışma diyorum ya, ama ne çalışma…
Bu sefer yeni editör beni karşısına aldı: “Bak!” dedi. “Bu metin henüz bir roman değil. Gel biz bunu birlikte bir romana dönüştürelim. Ben söyleyeyim sen yap. Neyi neden yaptığımızı konuşalım. Gerekçelerimizi tartışalım. Gördüğüm kadarıyla sen de büyük bir emek vermişsin. Bu emeği heba etmeyelim. Ama senin roman yazma konusunda bazı eksikliklerin var. Önce senin bu eksiklerini tamamlayalım, seni bilgi sahibi yapalım.”
Yazma arzum yeniden depreşti ve hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Öğrenim hayatım dahil bütün hayatımda bu kadar istekli ve bu kadar yoğun çalıştığımı hatırlamıyorum. Aralıksız sekiz saat, on saat, on iki saat çalıştığım günler oldu. Fiziksel olarak canım çıktı ama ruhsal olarak hiç yorulmadım.
Çalıştıkça önceden ne kadar hata yapmış olduğumu, okudukça bu alanda ne kadar bilgisiz olduğumu gördüm. Öğrenme ve başarma isteğim her yeni kazandığım bilgiyle motivasyonumu yükseltti.
Şimdi artık yazmaya çalışıyorum.
Çok bilenler(!)e, “önemli olanın çok bilmek değil, öğrendikçe ne kadar cahil olduğumuzu görmek” olduğunu hatırlatıp, Uğur Mumcu’nun sözü ile yazımızı bağlayalım.
“Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz.”
Not: Köşe yazılarımın üç-dört aydır yayımlanmamasını merak eden okurlarımın anlayışını sığınıyorum…
YORUMLAR