SANA BEN HAYALLER DÜŞLER BÜYÜTTÜM… (1)
  • Reklam
Ertuğrul Özgün

Ertuğrul Özgün

MEMLEKET İŞLERİ

SANA BEN HAYALLER DÜŞLER BÜYÜTTÜM… (1)

26 Haziran 2024 - 01:07

"Aydınların aydınlatamadığı halkı, soytarılar aldatır."
Cemil Meriç, (1916-1987)
Son zamanlarda çoğumuzun dilinde Eylem Aktaş’ın seslendirdiği bir şarkının sözleri dolaşıyor. “Sana ben şiirler sözler büyüttüm.  Sana ben hayaller düşler büyüttüm…”
Bir sevdaya gönülden bağlılığı, Örselemeden ve karşılık beklemeden sevmeyi, sevgiyle oluşturduğu hayalleri anlatıyor şarkı sözleri…
Bizim ki de böyle bir hikâye işte.
15-16’larımızdı. Çocuk denilecek yaşlarımızda gönlümüze düştü de şiirlerle, sözlerle böyle bir sevda büyüttük biz de. Sonra da yüreğimizde yerleşen sevda üzerinden hayaller kurduk. Kendimizin, insanımızın ve ülkemizin geleceği için… Büyük hayaller… Büyük ama masum hayaller... Gün geldi üzüldük, gün geldi kırıldık, gün geldi başkaldırdık, gün geldi vurulduk… Gün geldi sevindik, umutlandık… Gün geldi küstük, kenara çekildik ama çocuk yaşımızda ruhumuzun derinliklerine işlemiş bir kere, hiç kopamadık…
Herkesin kendi değer ölçülerine göre bir sebeple bizi bir araya toplayan bu hikâyeden, bir kesit anlatacağım size bu yazı dizisinde…
1997 ve sonrası…
O gün okuldaydım. Okul müdürü odası aynı zamanda öğretmenlerin de odasıydı. Çünkü iki derslik üzerinden inşa edilen okul, öğrenci yoğunluğu nedeniyle dört dersliğe çıkarılınca, öğretmenler odası da dersliğe dönüştürülüp ikili eğitime geçilmişti.
Okulda dokuz öğretmendik. Okul müdürü müstakil, öğretmenlerin her biri bir şube okutuyordu. Teneffüslerde hep bir arada olduğumuz için nöbetçi öğretmenler dışındaki diğer öğretmenlerle birlikte, istisnasız her teneffüs eğitim- öğretim metotları, öğretimde yöntem ve teknikler, öğrenci davranışları ve rehberlik üzerinde fikir alış verişi yapardık. Arda kalan zaman olursa da ülkenin gündemini tartışırdık.
Hepimiz gençtik ve hepimiz 12 Eylül’ün cenderesinden geçmiştik. Benim dönemimde benden başka üç öğretmen daha vardı ve biri sosyal demokrat, diğer ikisi ise iyi devrimciydi. Mesleki konularda birimiz konuşurken diğerleri istisnasız dinlerdi. Ama söz konusu siyaset olunca üçü bana karşı birleşirdi. Bazen kendimi duyurabilmek için sesimi yükselttiğim olurdu ama tartışmalarımız hiçbir zaman şiddete varmazdı.
 Müdürün pille çalışan küçük bir radyosu vardı. Haber saatlerinde açar ajansta önemli bir şey var mı diye dinlerdik. Yine böyle sıradan bir gündü ajanstan şu haber geçti. “Ülkücü kadroların yetişmesinde önemli görevler üstlenen Devlet Bahçeli, Alparslan Türkeş tarafından göreve çağırılması üzerine, 17 Nisan 1987 tarihinde üniversitesindeki öğretim üyeliği görevinden istifa etmiş, 19 Nisan 1987 tarihinde yapılan MÇP Büyük Kurultay'ında parti yönetimine seçilmiş ve Genel Sekreterlik görevine getirilmiştir.”
O haberden sonra yanımdaki öğretmen arkadaşlara şu sözü söylemiştim. “Bu adam MÇP’nin yarınlarında genel başkan olur ve bu durum Türk Milliyetçiliğinin siyasal organizasyonu açısından olumlu bir gelişmedir.” Çünkü ocaktan yetişmiş ülkücüler arasında en etkin görevlerde bulunmuş ve kendini akademik dünyada da kabul ettirmiş Bahçeli’yi gıyabında önceden tanıyordum.
Öyle de oldu. İdeoloji partilerinde lider hayattayken ve kendi isteğiyle ayrılmamışken genel başkanlık koltuğunu değil düşünmek, hayal etmek bile abesle iştigal diye değerlendirilir. Sonunda günü doldu ve Türkeş öldü. MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra artık genel başkanlık koltuğu boştu. O zamana kadar hareketin içinde etkin görevler üstlenmiş, ülkücü camianın tanıyıp bildiği lider kadrosu kendini gösterdi. Ben genel başkanlığa adayım sesleri yükselmeye başladı.
Teşkilat tarafından lider kadroları içinde kabul gören Muhsin Yazıcıoğlu, 7 Temmuz 1992'de "içinde bulunduğu partinin siyasî anlayışıyla uyuşamadığı" gerekçesiyle, beş milletvekili arkadaşı ile beraber MÇP’den ayrılarak yeni bir parti kurduğu için bu yarışta yer alamamıştı. Gerçi bu olay benim zihnimi tatmin edecek bir açıklığa hala kavuşmuş değildir. Hoş bu ayrılışın da bir oyunun parçası olduğuna inananlardanım ya şimdi konumuz bu değil.
18 Mayıs 1997 tarihinde gerçekleştirilen parti kongresinde altı aday genel başkanlık için yarıştı. Birinci tur oylamada Tuğrul Türkeş 412, Devlet Bahçeli 359, Ramiz Ongun 231,Enis Öksüz 104, Muharrem Şemsek 80, İbrahim Çiftçi 13 oy aldı.
Parti ile ideolojik ve gönül bağı olan birçok ülkücü gibi ben de Tuğrul Türkeş’in en yüksek oyu almasını sindirememiştim. Parti içinde ve ülkücü teşkilatlarda hiçbir etkinliği olmayan, ideolojik duruş ve yaşantısı ülkücü camia içinde tartışılan bir şahsiyetin, sırf babasının adından dolayı MHP gibi kuruluş felsefesi ideolojik temeller üzerine oturtulmuş bir siyasi partide genel başkan olarak seçilebilme ihtimali, benim gibi düşünen bütün ülkücüleri rahatsız etmişti.
Aynı rahatsızlığı hisseden diğer adaylar, Tuğrul Türkeş’ten sonra en yüksek oyu alan Devlet Bahçeli lehine adaylıktan çekilmiş, genel başkanlık seçimi için ikinci tur oylamasında desteklerini Devlet Bahçeli’den yana kullanma konusunda anlaşma sağlamışlardı.
Ancak bir şey oldu. Bir el kongre salonunda oturumun yönetildiği kürsüdeki mikrofona uzandı. Diğer adayların Bahçeli lehinde adaylıktan çekilmesi sonucu, seçimi kaybedeceği anlaşılan Tuğrul Türkeş’e destek veren o dönemin Ülkü Ocakları Genel Başkanı Azmi Karamahmutoğlu,  o güne kadar ülkücü literatürde duymadığımız bir sloganla birlikte “yaşasın illegalite” diyerek, elindeki mikrofonu salondaki delegelerin üzerine fırlattı. Bu hareketiyle, daha önceden planlandığı anlaşılan küçük bir grup salondaki oturanların üzerine sandalyeleri fırlatmaya başlayınca, salon karıştı. Durdurulamayan kargaşa sonrası salon boşaltıldı.
ŞOK OLMUŞTUK!..
Kendimizi bir türlü sıyıramadığımız “şiddetle anılma” girdabının yeniden tam ortasına düşmüştük. Oysa gerek Alparslan Türkeş’in cenaze merasimindeki milyonların sergilediği sevgi seli, gerekse kongre öncesindeki demokratik tavır. Fikir hareketimizin siyasal organizasyonu olan MHP’yi halkın gözünde çok güzel bir yere getirmişti. Bütün Türkiye seyrederken, “yaşasın illegalite” sloganıyla sergilenen bu şiddet olayı başımızı öne eğdirmişti.
Burada kısaca bir kanaatimi açıklamadan geçmek istemiyorum. O tarihe kadar kanımca, Türk milliyetçiliği düşüncesinin, ülkücü hareket eliyle iktidara taşınmasının önünü kesen iki eylem gerçekleştirilmiştir. Bu iki eylemin arkasındaki güçleri ve kaynağını bilmemekle birlikte planlı olduğuna kesinlikle inanmaktayım. Biri, 19 milletvekili ile meclise giren MHP’nin, bir milletvekili daha transfer edilerek grup kurması için İstanbul milletvekili Osman Ceylan ile görüşmelerin sürdüğü sırada, Muhsin Yazıcıoğlu’nun beş milletvekili ile MHP’den ayrılması; bir diğeri ise adı şiddetle birlikte anılan MHP’nin,tam da milletin gözünde demokrat kişilik kazandığını sergileyen bir atmosfer yakalamışken, Azmi Karamahmutoğlu’nun Ülkü Ocakları Genel Başkanı sıfatıyla, kürsüyü işgal edip “yaşasın illegallite” diye haykırarak,delegelerin üzerine saldırmasıdır…
Devam edecek…
 

YORUMLAR